1920’lerden 2000’lere Attilâ İlhan’ın İstanbul'u

“… O Sarışın Kurt…” İşgal Kuvvetleri’nin İstanbul’a girişiyle başlıyor. Çok çarpıcı İstanbul sahneleri: “İstanbul, kalın ve karanlık bir pus altında; şehrin ışıkları, yer yer, kaybolup beliriyor; sabaha karşı, 16 Mart 1336 (1920).” Sonra art arda: Beykoz, Sirkeci Rıhtımı, Galata Rıhtımı, Dolmabahçe, Şehzadebaşı, Akaretler…
Gâzi Mustafa Kemal Paşa / “… O Sarışın Kurt…”u günlerdir yeniden okuyorum. Attilâ İlhan on yıl önce yazmıştı bu senaryoyu. Aslında “… O Sarışın Kurt…”a senaryo denebilir mi, bilemiyorum. Kendisi bir söyleşimizde “görsel roman” demişti.

Ankara’daki Mustafa Kemal Paşa’ya geçmeden önce, Attilâ İlhan İstanbul’u bir uçtan bir uca taramış. Yazdığı dönemlerdeki coşkusunu hatırladım. Yaz ve güz boyu, hafta sonlarında Kanlıca’da buluştuğumuzda, eserinin yeni sahnelerinden söz açardı. İşgal altındaki İstanbul’da yaşamışçasına tasvirler, görüntüler; şair, yazının mucizesiyle o İstanbul’da yaşamaya koyuluyor…

Attilâ İlhan’da İstanbul hemen her dönemiyle bir tutkuydu. Boğaziçi’ne, Maçka’ya sevgisi ağır basardı ama, şiirinde ve romanında İstanbul’u çok geniş bir coğrafyada işlemiş.

Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum gibi kitaplarında İstanbul, şiirseverlerin ezbere bildiği dizelerle yaşar. “Sisler Bulvarı” şiiri gizli bir İstanbul şiiridir, İstanbul için yazılmış en güzel şiirlerden biri.

Attilâ İlhan sonraki şiir kitaplarında, İstanbul’a tarihsel perspektiften de baktı. İstanbul’u payitaht olduğu günlerdeki kimliğiyle canlandırdı. O günlerden şimdiye şehrin zamana meydan okumuş, silinip gitmemiş peyzajını dile getirmeyi denedi.

Bu şiirlerde İstanbul, Haliç, Maçka, Fatih, Yeşilköy, Emirgân ve başka semtleriyle anılmış. Bazan lirik bir İstanbul belirir:

“fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor”


Ama çoğu kez karamsarlık: Büyük ve haksız şekilde elde edilmiş servetlerin, toplumsal ve bireysel kaygıların, kara işlerin saltanat kurduğu, dolayısıyla da bireyde acılar bırakan bir kent. Eski İstanbul’un gelenekçi yaşamı sürüp giderken, çarpık bir sanayileşmenin kentteki ürkünç izdüşümleri yoğun imgelerle, imgeci bir anlatımla yansır.

Aynı derin karamsarlık Attilâ İlhan’ın romanlarında doruk noktasına erişir. Sokaktaki Adam yarım yüzyıl öncesinden sesleniyor okura. Kamarot Yakup’la Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrenimini yarıda bırakmış Hasan’ın Beyoğlu, Balıkpazarı, Galata, genelev serüvenleri yine sürüp gidiyor. Dolmabahçe-Beşiktaş arası ağaçlıklı yol, yine yitik bir aşkın hatırlanışına yaprak dökümleriyle eşlik ediyor. Sancılı, iç sızılı bir İstanbul bırakıyor bize Attilâ İlhan.

Kurtlar Sofrası’nda İstanbul, Kurtuluş Savaşı’na rağmen değişmemiş yoz bir ortamın simgesel şehri gibidir. Kalabalık kadrosunda emekçiler, aydınlar, yoz düzenin yardakçıları… Kurtlar Sofrası’nda Beyoğlu’nun dışardan ışıltılı, içerden karanlık bohem hayatı renkli sahnelerle canlandırılmıştır.

Attilâ İlhan, Yakup Kadri, Halide Edib, Peyami Safa, Reşat Nuri gibi romanımızın ilk ustalarını sık sık anar, yolun başındaki yazarlara okumaları için salık verirdi. Yalnız onları da değil; ikinci sırada kalmış Reşat Enis’i, Etem İzzet Benice’yi. Kendi romanlarındaki İstanbul da, deyiş yerindeyse, bir roman geleneğinden soluk alıyordu. İstanbul’u yakın tarihi içinde yaşatmak da diyebiliriz.

Birbirinin devamı niteliğindeki Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadette Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz, İstanbul’un son yüz elli yılını irdeleyen romanlardır. 27 Mayıs 1960 ihtilâlini bir dönüm noktası kabul eden yazar, İstanbul’u Balkan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarına geri götürerek, bir gelgitler zinciri içinde bütün yönleriyle okurun gündemine getirir.

Kişileri, dönemleri, Beyoğlu, Galata, Boğaziçi, Şişli gibi semtleriyle bu ırmak-roman dizisi, İstanbul’a ilişkin Türk edebiyatının güçlü verimleri arasında bugün de varlığını koruyor. Bu ırmak-roman dizisinde, Zola havasının estiğini düşünürüm. Zaten Attilâ İlhan, roman dendi mi, Emile Zola’yı ille baş köşeye oturturdu.

Irmak-roman boyunca, imparatorluk başkentinden Türkiye Cumhuriyeti’nin İstanbul vilâyetine yol alışın öyküsünü, okur, geniş perspektiften takip etme imkânı bulur. Sermaye çevreleri, faşist eğilimli kişiler, kıskaç içindeki solcular, bu romanlarda, toplumsal-bireysel-cinsel kimlikleriyle çok ayrıntılı biçimde anlatılmışlardır.

“… O Sarışın Kurt…” bir kez daha belgeliyor: Attilâ İlhan sinema sanatına tutkundu. Gençlik yıllarındaki senaryo yazarlığı film yönetmenliğine adım atabilmek içinmiş. Ama bu isteği bir türlü gerçekleşmemiş. Onun gençlik senaryolarından Ver Elini İstanbul, eski bir Tepebaşı otelinin köhnemiş günlerinden başlayarak, şehrin bohem, eğlence, hatta fuhuş çevrelerine ilginç göndermelerle yüklüdür.

“Uzaktan Sevmek” şiirini yeniyetmeliğimde dilimden düşürmezdim:

“yorgun bir ermeni pangaltı’nın
güvercin topuklarıyla gregoryen
yağmurlarda çoğalır nedense
incecik sürahiler gibi bir kadın
gökyüzü sanırsın gülümserken”


Şimdi de ne zaman Pangaltı’dan geçsem, “Uzaktan Sevmek”in ilk dizesi…

Attilâ İlhan İstanbul’a 1980’de büsbütün yerleşti. Ama 1980’den önceki yıllarda da İzmir’den, Ankara’dan İstanbul’a gelişleri olurdu. Öylesi gelişlerinden birinde, hazirandı, mevsim yaz başı, Attilâ Ağbi’yi Maçka Oteli’nden almıştım. Beşiktaş’a inmiş, Emirgân’a kadar yürümüştük. Emirgân’da öğle yemeği, bir pizzacıda. Sonra çınaraltında kahve içişimiz. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Akşamüzeri otele döndük, campari içtik. Campari’yi ilk o gün tatmıştım.

Bir uçtan bir uca İstanbul konuşulmuştu. Önce Emirgân’da, az yukarıda, ağaçların örttüğü bir ahşap ev, göçtü göçecek. Irmak-romanın en çarpıcı kişilerinden olan Hayrun’u, o evde yaşayan bir kadından esinlenerek kaleme getirmiş Attilâ İlhan. Günlerce gelip gitmiş Emirgân’a; evi, Hayrun’u esinleyen kadını uzaktan izlemiş.

Derken Hayrun aradan çekildi. Emirgân, Boğaziçi aradan çekildi ve Attilâ İlhan gençlik yıllarının İstanbul’una döndü. “Uzaktan Sevmek” şiirinin bendeki gizi de öyle çözüldü. Pangaltı, Haylayf Birahanesi o günlerden. Osmanbey Postanesi’nden -bugün yerinde yeller esiyor- şafak sökerken şehirler arası telefon görüşmeleri. İstanbul kestane kızılı bir sonbaharda…

Derken Teşvikiye. Teşvikiye’de bir çatı katı. Kira evlerinden kira evlerine bu gençlik yıllarında Teşvikiye’deki çatı katının özel bir yeri var. Çünkü çatı katları, ısınma zorluğuna, yazın bunaltıcılığına rağmen bağımsız evler. Apartman hayatı, en üst kata çıktınız mı, birdenbire bitiyor. Artık “müstakil” evde oturur gibisiniz.

Bazı şiirler orada yazılmış. Meselâ “Belma Sebil”. Gerçi şiirde Kallâvi Sokağı geçer ama, Belma Sebil oradan geçip gittiği için.

“seni ben kallâvi sokağı’nda gördüm
bir daha görmedim bilmedim
belma sebil adını yakıştırdım”


Attilâ İlhan’ın deyişiyle “Bunlar alafranga semtlerdi”. Alafranga semtleri de bırakmıştık. Artık İstanbul’un en eski semtlerindeydik. Kumkapı’da küçük bir semt camii, yapılışı Fatih devrinde, avlusunda göklere uzanmış bir çınar. “Ortaokul talebeleri” -evet, öyle söylemişti, her nedense- çınarın gövdesine kalpler, kalpleri delip geçen oklar kazımışlar.

Demiryolu köprüsünden geçin, deniz kenarına yol alın. Bu kez kestane kızılı güz yerine, şamatalı bir yaz günü. Çocuklar denize giriyor; sesler, sevinç haykırışları. Derken gece: Kumlar serinlemiş. Denizde ateşböceklerini andırır yakamozlar.

Bir avuç deniz suyu alın, o yakamozlar söner gider…