Sessiz, Sözsüz Bir Sergiden İzlenimler



İstanbul'daki büyük bir sergi salonunun, yağmurlu bir cumartesi öğle sonrası bomboş olmasını uzaklığına, İstanbul trafiğine, serginin iyi duyurulmamış olmasına ya da Türk milletinin şu sanat işine bir türlü ısınamamasına bağlamak mümkün mü? Özellikle bu sonuncusu, zaten 80 yıldır dilimizde: Bu millet, ne yaparsan yap, sergilere 'g-i-t-m-i-y-o-r'dur. Fakat bu sanat işlerinde, hele de günümüzün sıkı rekabet ortamında, bazen haklılık payı taşısa da eskimiş bahanelere sığınmak boş.

Belki de artık 'öylesine' yan yana konulmuş resimleri klasik müzik eşliğinde sunmak, miadı dolmuş bir sergi gezme deneyimi oluşturuyor. Yetmiyor. Küçük yaşlardan itibaren sanat tarihi eğitiminin, müzecilik pratiklerinin ve sanat yayınlarının hep sorunlu alanlar olduğu bir ülkede 'sergi gezmek' deneyimini vatandaşlık görevleri içinde bilen kuşakların kendiliğinden yetişmiş olmasını beklemek, olsa olsa hayale kapılmak oluyor.

Türkiye İş Bankası Koleksiyonu'ndan 'Portreler Sergisi', belli ki iyi niyetle gerçekleştirilmiş tarihsel bir karma ama, sözünü etmek istediğim türde sergilere tipik bir örnek: Burada izleyici, 1900'lerden günümüze uzanan süreçte 34 ressamın portre türündeki 41 yapıtını, keyfi bir kurgu içinde, birbiri ardına sıralanmış olarak izliyor. Serginin, basın bülteninde belirtildiği üzere, 'Geçtiğimiz yüzyıl insanının alışkanlıklarını ve hayata bakış açısını yansıtarak sanatseverlere tarihsel bir arka planı izleme olanağı' sunmak gibi bir amacı da var: Yazık ki gerçek olamıyor. İnsan aklından, eğer amacına ulaşsaydı bu sergi, yağmurlu bir cumartesi günü bomboş olur muydu diye geçirmeden edemiyor.

Resimler, ait olduğu döneme dair en çok bilgi veren portre türünde olmasına karşın o ölçüde ipucu taşıyan örnekler olmadığı gibi, sergi de eldeki malzemeyi tarihsel bir kurgunun içinde veremiyor. Eski tarihli resimlerle yeni tarihliler gruplandırılmaya çalışılmış ama yer yer! Dahası, bakıyorsunuz bir ressamın aynı dönemde yaptığı üç resmin ikisi bir yanda, biri başka yanda. İşin içinden çıkamayınca sordum; galeri yöneticisi, 'resimlerin birbirini öldürmeyecek şekilde asıldığını' belirtiyor. Başka bir deyişle, resimlerin salt biçimsel özellikleriyle yan yana getirildiğinin ipucunu vermiş oluyor. Sorun da galiba burada: Şükriye Dikmen'in şu resminin yanında Görele'nin şu resmi fena durmuyor belki ama, bu tür bir öznel sergileme mantığı, tarihsel bir karma sergi için son derece yanıltıcı olabiliyor. Kronolojik bir çizgi izleniyormuş gibi bir 'izlenim' de verildiği için, izleyicinin kafası iyice karışıyor. Üstelik öznel beğeni ölçütlerine göre asılan sergiler, izleyiciyi de yapıtların tarihsel bağlamından uzaklaştırarak, resimlerin salt sevdim/sevmedim yaklaşımı içinde değerlendirilmesine yol açabiliyor.

Resimlerin hemen hiçbirinde zaten tarih yok! Bu, genel olarak Türk sanat tarihinin sorunu. Oysa bu sergide, bazı resimlerin tarihini en azından yaklaşık olarak belirlemek o kadar güç değil, ressamların bir kısmı zaten yaşıyor; ölmüş olan ressamların resimleri arasında da yıllık Devlet Resim ve Heykel Sergileri'ne katılmış olanlar var.

Sonra bir de 'portre resim geleneğimizin şaşırtıcı örneklerini' bir araya getirdiğini iddia eden bir serginin, bu portrelerin neden şaşırtıcı olduğunu ortaya koyabilmesi gerekmez mi? Bugün artık sergi yapmak, belli sayıdaki resmi duvara asmak anlamına gelmiyor. Tarihsel perspektifte hiçbir eğitici işlevi olmayan, hiçbir soru işareti uyandırmayan, izleyicinin sergideki yapıtları 'görmesinden' ziyade onlara salt 'bakması'yla yetinen bir sergileme mantığı, dün olduğu gibi bugün de izleyiciyi çekmiyor. Sergi, 7 Ocak'a kadar sürüyor.