Edip Cansever’in ‘Masa da Masaymış Ha’
şiirini bilirsiniz… Adamın sevinçlerini, hüzünlerini, pencereden süzülen ışığı,
bisiklet sesini, biranın bardağa dökülüşünü, uykusunu, uyanıklığını, sonsuzluğu,
açlığını, tokluğunu koyduğu masayı... Sonunda da;
“Masa da masaymış ha Bana mısın demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı
durdu Adam ha babam koyuyordu” diye seslenişini de hatırlarsınız…
Doğup büyüdüğüm Büyükada benim için Edip Cansever’in
masası gibiydi. Yaseminin kokusunu, begonvilin morunu, martıların
çığlıklarını, kedilerin sereserpe güneşe yatışlarını koyardım. Günbatımında Aya
Yorgi tırmanışlarını, ekim ayında bisikletle kocayemiş sefalarını, faytonları
çeken atların nal seslerini, denizin sesini, bembeyaz süzülen vapurları
eklerdim… Rum bakkal Koço, Ermeni demirci ustası, postacı Ömer Efendi, çımacı
Ali Amca, tahta evdeki Madam Froso masamdaki vazgeçilmez renkteki portrelerdi…
Yükledikçe yüklerdim masamı, bana mısın demezdi… Çünkü benim yüklerim adanın
dokusu, varlığı, kültürü ile örtüşürdü...
Ama artık masam çökmek üzere. Başkaları ele geçirdi. Taşıyamayacağı kadar
ağır sevimsiz yüklerle doldurdular, üst üste, hınca hınç… Benimkileri ise
ellerinin tersiyle bir köşeye iteklediler.
Koca hipermarketleri, adım başı kebapçıları açtılar. Sevimsiz oteller
diktiler. Cam su damacanalarının yerini sağa sola atılan plastik su şişeleri
aldı. Güzelim vapurları çekip yerine korkunç bir gürültü ile çalışan, can
güvenliği olmayan yolcu motorlarını yerleştirdiler. Turizmin en vahşisine,
kapitalizmin en acımasızına açtılar kapıları. Motorların anonsları, kornaları ve
motor gürültüsü nedeniyle Ada sahilleri oturulmaz halde artık. Her sabah çekirge
sürüsü gibi akın ediyor insanlar, ellerinde poşetlerle, mangallarla…
Yayılıyorlar, yiyor, içiyor ve günbatımında bütün çöplerini bırakıp dönüyorlar.
Çoğu ayak bastıkları adanın tarihini, kültürünü, sit alanı özelliğini, nasıl
koruması gerektiğini bilmiyor, ilgilenmiyor bile… Adanın eski kibar faytoncuları
çoktan yok oldu. Tek dertleri 2.5 ay süren sezonda olabildiğince para kazanmak
olan bir arabacı mafyası, çoğu Arap ve Ortadoğu’dan gelen turist kafilelerine
odaklanmış şekilde atlarını gün boyu koşturup duruyorlar… Sıcaktan şişen
hayvanlar düşüp yerinden kalkamaz hale gelince ise yol kenarına atılıp
acımasızca ölüme terk ediliyor… Bisiklet kiralama başlı başına bir sektör haline
geldiği ve denetimler yetersiz kaldığı için kullanmasını bilmeyen sürücülerin
yol açtıkları kazalar giderek artıyor… Kaçak iskeleler, kaçak yapılaşma da
cabası… Yıllardan beri Adalar’ı plansız kontrolsüz şekilde turizme açmanın
sonucu bunlar. Masa bunca yükü bunca hoyratlığı kaldıramadığı için çöküyor…
Ne yapmalı?
İstanbul Adaları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Derneği’nin geçen hafta düzenlediği toplantıya katılan TMMOB Mimarlar
Odası Kadıköy Şubesi Başkanı Arif Atılgan yeni planlamaya göre
Adalar’ın Kartal MİA projesine bağlanmaya çalışıldığını hatırlatarak “Adalar’a
yüklenen yeni fonksiyonlar Adalar’ın Kartal’a bağlanması planının bir
parçasıdır. Bu planın yürütülmesi halinde Adalar’ın eski durumunu korumak ve
güzelliğini kurtarmak olanaksız olacaktır” demişti.
Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor: Adalar’ın sorunları İstanbul’un
herhangi bir ilçesinin sorunlarına benzemez. Benzeyemez… SİT özelliği, tarihi
geçmişi ve kültürü ile farklı bir ayrıcalığı var. Bu yüzden İstanbul’la
bütünleştirilerek çözüm aranmaması gerekiyor.
Bugün İstanbul’un yanı başında emsalsiz bir inci hızla kirleniyor,
yağmalanıyor, ölüyor... Onu kurtarmak, öncelikle daha farklı bir eğitim, bilinç
ve kültür düzeyine sahip olmayı gerektiriyor...