Fransız sanatçı Jean Dubuffet, pek çok gerçeküstücü sanatçının Amerika'ya kaçmasından sonra Fransa'da savaş sonrası dönemde 'irrasyonel'in, yani aklın ötesine uzanan bir tavrın dikkate değer son temsilcisi olarak nitelendiriliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçeküstücülerle bir tür ruh birliği içinde, tıpkı onlar gibi çocukların, akıl hastalarının resimlerine ve 'ilerlemeci Avrupa'nın kültürel değerleriyle kirlenmemiş' her türlü saf dışavuruma ilgi duyan Dubuffet, kendi sanatıyla olduğu kadar bu çerçevede oluşturduğu 'Art Brut' (Ham Sanat) koleksiyonuyla da tanındı.
1960'larda Paris'te bir müze çatısı altında bir araya getirilen bu koleksiyon, Dubuffet'nin yalnızca sanata değil, dünyaya bakış açısının da özü niteliğindeydi: Bir kere, Robert Hughes'un -yazık ki dilimize hâlâ çevrilmemiş olan- 'The Shock of the New'da (Yeninin Şoku) altını çizdiği gibi, savaş sonrasında dünyanın saçmasapan bir pislik sahnesine dönüşmüş olduğu, Dubuffet'nin yaşadığı döneme ilişkin en önemli mesajıydı. Ötesinde, Dubuffet'nin sanatında kural tanımaz bir biçim dilimden kömür, kum, toprak, bitki kökleri ya da kelebek kanatlarına değin farklı malzemelerle girişilen deneylere, bazen çamurumsu denebilecek kalın boya katmanlarının hâkim olduğu bir doku duygusunun yaratıldığı 'yaşayan' yüzeylere, çeşitli baskı tekniklerini araştırdığı soyut arayışlara ya da karikatürümsü insan ve hayvan betimlemelerine uzanan bir sanatsal üretim söz konusuydu ve bunların da temelinde 'öteki'ne duyulan o bitmez tükenmez ilgi vardı.
Söz konusu bu 'öteki', Dubuffet'nin dağarcığında şöyle dile geliyordu: "Merdivenleri fırçalayan bir kızın bağıra bağıra söylediği bir şarkı, usta bir şarkıcıdan daha çok etkiler beni. Herkesin zevki kendine. Az ve öz olanı severim. Ayrıca çekirdek halde, iyice biçimlendirilmemiş, kusurlu, karma olanı severim. Ham elmasları, işlenmemiş halleriyle severim. Ve kusurlarıyla." Ya da: "Keyfilikle, değişkenlikle gelen mutluluğun tadını unuttuk mu? Kendimizi eğitmekten başka şey istemiyor muyuz artık? Bir o kadar haklı ve yerinde görülecek biçimde, en azından bir kez olsun, gerçeğin değil de değişen hatalarla aldatmacaların tarafına geçip, sarhoş dansçı rolünü üstlenemez miyiz?"
Pera Müzesi'nin duvarlarında, Dubuffet Vakfı koleksiyonundan seçilen çoğunluğu baskı Dubuffet sergisinde okuyabileceğiniz sanatçıya ait bu sözler, bir bakıma modernizmin içinde ama dışında bir tavrın ifadesiydi: Batı akılcılığının ve modernleşmesinin 'yan etkilerini' eleştirmek adına çoğunlukla Batılı olmayan 'öteki'ne yönelen bu tavır, aslında 20. yüzyılın hemen her öncü sanatçısının ortak tavrıydı. Dubuffet, bu tavrı samimiyetle görselleştirebilmiş sanatçılardandı: Bu sergide, özellikle 'Duvarlar' dizisinde bunu hissedebiliyoruz. Sanatçının 1944'te 43 yaşındayken -40'ına kadar sürdürdüğü şarapçılık işini bırakıp da kendini sanata adamasından hemen sonra- gerçekleştirdiği bu taşbaskılar, onun dünyasına dair bir ilk izlenim gibi de.
Dubuffet sergisi, 1950'lerde gerçekten de son derece 'ham', boyanın adeta şiddetle kazındığı bir dizi yağlıboya resimle dönemin 'dokucu soyutçu'larını etkilemiş olan sanatçının bu döneminden 'Metafizik' gibi başyapıtlarına yer vermiyor; bu sergide, o yıllarda baskı teknikleriyle giriştiği deneylerin sonuçları ön planda. Bunlar ilginç çalışmalar ama sanatçının söylemlerinde dile gelen duygusal heyecandan çok, biçim-malzeme-teknik temelinde soğukkanlı bir araştırma ruhu taşıyor.
1985'te ölen sanatçının 1970'lerde kendi biçim dağarcığıyla oluşturduğu sahne-mekânlar ise sanırım daha geç dönem işlerinin en ilginç kesitini oluşturuyor. Bunlar da sergide fotoğraflardan izlenebiliyor. 8 Ocak'a kadar sürüyor.