10. Uluslararası İstanbul Bienali'nin ardından Çekirdek Sanat Yayınları'ndan yayımlanan "Bir Bienal, Bir Bilanço" adlı kitapta "Bienal" ile "küratörlük" kavramı, kuramsal ve karşılaştırmalı olarak ele alındı. Bienal mantıcının tarihsel arka planı ve Bienallerin ihtiva ettiği büyük çelişkiler üzerine, kitabı yayıma hazırlayan Cauit Mukaddes'le söyleştik.
Bienal mantığındaki çelişkileri "organizasyonel" ve "muhteviyat" olarak ikiye ayıklayabileceğimiz! düşünüyorum. Bienal'deki "organizasyonel çelişkiler" ile "içerik iğretilikleri"ni işbu ayrım üzerinden nasıl tanımlarız ve değerlendirebiliriz?
Bilindiği gibi İstanbul'da tam yirmi yıldan beri uluslararası ölçekte bienaller düzenleniyor. Geriye giderek geçen yirmi senin bir muhasebesi yapıldı mı? Bazı sayısal dönüm noktalan var bilirsiniz, buna 5. veya 10. da denilebilir. Ama bizim ellerimiz her iki tarihi dönüm noktalarında boş kaldı! Acı bir gerçektir, ama öyle. Eğer ki ilk Beş Bienal için tarihsel, metodolojik bir yaklaşımla kapsayıcı bir değerlendirme ve araştırma arşivleri, dosyaları yayınlansaydı, bir ihtimal şu an işler bunca içinden çıkılmaz bir biçime bürünmezdi. Eskilerin deyimidir 'dili yedi sözcüğe indirmedikçe' birbirimizi anlamamız hemen hemen olanaksız-laşıyor. Bienaller arzuyu tatmin yeri veya ona hükmetme yeri değil. Bir ülkenin derinden gelen yaratıcı potansiyelini harekete geçiren olguların en etkin araçlarından birisidir. Düşünebiliyor musunuz, burada bizler 70-80 bin kişilik bienal izleyici sayısını başarı sanıyoruz, oysa bir Pusan Bienali'ni 1,5 milyon insan geziyor! Sormak gerekiyor "Oryantalist", " Tutku ve Dalga", "Şiirsel Adalet", "İyimserlik" gibi başlıklar ile arşivlerimizde biriktirdiğimiz onca görsel materyal arasında ne gibi bir gerçek bağ vardı? Tüm bu başlıklar bir tür mugalâta ve gramatoloji sapmasından öteye geçemedi mi yoksa? Sunulan işlerin dağınıklığında ve düşük yoğunluklu oluşlarında bu başlıkların hiç mi etkisi yoktu? Neymiş, "Tutku" sözcüğü Rumca dilinde "Dalga" demekmiş! Yani Antonis Diamantidis'in öznel yarası, sızısı, tutkusu bizim Bienal'in sorunsalı oluyor! Ve küratör Paolo Colombo'nun deyimi ile "göbek deliği bir doğumu mühürleyen bir düğüm"e dönüştüğünden dolayı bu kez "geleneksel anlatım diliyle yüksek sanat" yapma gereği duyuluyor. Sonra, sen tut -Rene Block- ortaya bir "Oryantalist" kavramını resmen yapıştır ve "Ben İstanbul'u yıldız yapacağım" safsatasına sarıl... Oryantalizm kavramı neyi dolduruyor? Batı aydını, düşünürü için neyi ifade ettiği çok açıktır. Rene Block, o dönemde "bu kavramın kendi içinde bir anlam ve dinamik barındırdığını" vurguluyordu zekice, ne yaptığının çok iyi farkındaydı, fark etmeyen, susan, boyun eğen sanat ortamımız oldu ve o kavramın peşinden koşarak "işler" üreten dostların teorik kabahat ve eksikleri kaldı geriye. Siz bugüne kadar oluşturulan İstanbul Bienali kavramlarına, başlıklarına ait neyi anımsıyorsunuz? Birkaç yıl öncesine kadar figüratif mi, soyut resim mi diye ortalığı toz dumanda bırakan sözde akademisyenlerimizin olduğu bir ortamda Bienal yapmak, Bi-enal'i konuşmak, irdelemek ne derece zor bir şeydir, düşünebiliyor musunuz?
Sizce, bu çağda "iyimserlik" kelimesinin bir karşılığı var mıdır ya da gelecekte böyle bir şey söz konusu olacak mıdır?
Kimin küresel savaşı ki bu? Bizim olmadığına göre yanıtını da başka yerlerde, coğrafyalarda aramamız gerekiyor. Bütün uluslararası hukuk tanımlamasında "savaş" sözcüğü egemen birimler arasındaki çözümlenemez çelişkilerin çatışması anlamına gelir. Bugün dünyanın birçok yerinde büyük, orta ölçekli, küçük ölçekli bini aşkın çatışma söz konusudur. Bütün bu olup biteni irdelediğinizde hangi grupların etkin rol oynadığını da az çok görebilme şansımız var. Büyük ölçekli silah üreticileri, karteller, büyük petrol şirkederi ve onların el pençe hizmetçisi olan birimler bu çarkın dişlisi durumundadır. Bu girişimler sonucundan dünyanın birçok noktasında nasıl dikta, totaliter rejimler kurulduğunu ve o bölge insanlarını en küçük demokratik haklardan nasıl yoksun bırakıldıklarını görebiliyoruz. Topluma, halka öyle bir spektrum sunuluyor ki neredeyse büyük bir halk kidesi hipnoz vurgunu yemiş gibi davranıyor. Ağır kişisel isteklerimizin, tercihlerimizin karşısında sanki vicdanımız aklımızdan geriye düşmüş gibi bir hissiyat yayılıyor her tarafta. "Bir Bienal Bir Bilanço" kitabında vurguladığımız gibi sorun sadece bir "iyimserlik" veya "kötümserlik" meselesi hiç değil, bu noktaya odaklandığınız zaman görmeniz gereken noktayı göremez duruma düşeriz. Yani ya mutsuz bir ahmak oluruz: bir kötümser... Ya da mudu bir ahmak: yani bir iyimser!
"Bir Bienal, Bir Bilanço" söylemi eşliğinde birtakım şeylere karşı durmak, "kontrollü bir biçimde ayağa kalmak", böyle bir kitap derlemek fikri nasıl oluştu ve vücut buldu? Kitapta yazanları ve yazıları nasıl toparladınız, süreç nasıl ilerledi?
"Kontrollü" evet! Ya da ölçülü... Dikkat edin bu kitabın tek bir yazısında, satırında o ölçü hiçbir yazar tarafından elden bırakılmamıştır. Keşke tüm Bienallerimiz için böylesine bilançolar ya-ratılsaydı, hem de bir değil birkaç "başlık" altında ve birbirlerini tamamlayan diziler biçiminde yayınlansalardı. Şu an İstanbul Bienali denildiği zaman sadece bir "sergi katalogu", bir de kıyıda köşede dağınık biçimde serpilmiş yazılar, görüşler var. Bizim bir başka projemiz var; yirmi yılı ve tüm geride bıraktığımız. Bienal başlar başlamaz bizler birkaç arkadaş önce Karşı Sanat'ta düzenli değerlendirme toplantıları gerçekleştirdik. Adım adım, tüm mekânlar defalarca gezildi, tüm sunulan işler irdelendi, belgelendi. Buradan bütün arkadaşlara en içten teşekkürümü sunuyorum ki sorunu bunca büyük bir sorumluluk ve ciddiyede ele alarak kitaba kadoda bulundular. Tüm yazar dostlar işin teorik, kuramsal yanına ağırlık verdiler. Tartıştığımız konular, alanlar disiplinli bir biçimde tüm yazar, sanatçı dosdara ulaştırıldı. Belirli bir süre sonra izlenilecek yol belirlendi ve kitaba katkıda bulunacak arkadaşlar tek tek belidendiler. Şimdi, Bienal düzenleme kurumlarına hazırladığımız kitabı göndereceğiz. Bu kitap basılırken herhangi bir kurum, kuruluştan tek bir kuruş maddi destek almadık. Sanatçı katkıları ve gündelik masraflar kısılarak gerçekleştirildi bu proje. Yeri gelmişken grafik ustamız Sn. Savaş Çekiç ve Tuncay Takmaz dostumuza çok teşekkür ediyorum. Savaş Çekiç gerçekten son yıllarda sanat ve edebiyat ortamımıza gönüllü olarak en büyük katkıyı, desteği veren isimlerin başında geliyor.
Son olarak, "teknoloji/mühendislik tüketimi toplumu" ile "sanat" arasındaki çelişik ilintinin günümüzdeki seviyesini ve yapay görüntüsünü sormak istiyorum... Baudrillard'ın tanımladığı şekilde "Sessiz Yığınların Gölgesi"nin -günümüz tüketim toplumunun- sanatseverlik niceliği ve niteliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Entelektüel kesim, işbu "susku durumu"nu verili bir değer olarak kabullenmiş görünüyor gibi...
Bizim kuşak bir Elektronik devrim sürecinin tam içinden geçiyor, bu dijital kod girizgâhları kendi metafiziğini ve dalga boylarını da armağan olarak getiriyor. Mesela ne gibi? Bir çeşit "soyutlama" dersek tam yeridir, hem oldukça da şairane yani "mytho-poetique" türü bir durumdan söz ediyoruz, görünürde o eski duygu-durumuna benziyor ama bir noktada her şeyden ve tüm dönemlerden kendini ayırıyor. İşte o başta sözünü ettiğimiz tek renkli kültür veya uygarlık sınaması bu devasa mozaiğinin tümel, kapsayıcı adı olmak istiyor. Yan yana dizilmiş birçok kültürel kod ama tek bir düzlemden yeşerme, serpilme zorunluluğuy-la... Açıkçası bu kırılmış, darmadağın edilmiş ontoloji ve tinin hâlâ kendine özgü o müthiş varoluşuyla bu dönem nasıl başa çıkılacak sorununu tam eksiksiz yanıüamak için hep beraber çok çalışmalıyız ki aynı sorun şu an yeryüzünde bir yığın duyarlı düşünürün de sorunudur. Bizim sanatçılarımız bu alanlardan ellerini, eteklerini çekmemeliler. Bin yıllık karnemizin belki de yeniden düzenlenmesi gerekiyor.
Baudrillard'a göre "tarihin sonu, başlangıç noktasına geri-dönüşü de ister istemez geri getirir", sanki mo-dernite bir videoteyp gibi geriye sarılıyor, yani insan bir bitişi tersinden yeniden deniyor. Makûs ilerleme de diyebiliriz buna... Yani düşünce ekseni günümüzde yirminci yüzyılı bir ölçüde tam tersinden yazmayı deniyor. Batı bu alanda kendi karnesini çoktan sundu bize ve bu sonucu yorumlamak isteyen de özgürdür, dilediği yönden meseleye bakabilir. Somali, Raunda, Liberya, kimi Latin Amerika topraklarını düşünelim ve bir de "teknolojik" toplumların sefahatini... O "sessiz yığınların gölgesi"ni şimdilerde bizlere çok farklı yansıtmaya çalışıyorlar. Bu yüzyılda hiçbir işe yaramayan bir modernite kalıbı dayatılıyor, dayatılmak isteniyor bu geniş coğrafyalara... Tam tersinden Asya kıtasının moderniteye olan hâkimiyeti bir çalışkan öğrencinin sınavını yabancı dilde iyi noda kazanması gibidir bana göre! İşte bu içsel atmosferler ve ardından yansıyan ışıklar, yöntemler dünyanın iktisadı, teknolojik, kültürel zeminlerinde de yankısını buluyor. Eskiden olduğu gibi... Eğer Avrupa 11. yüzyılda sanat nasıl himaye edilir sorununu çözmüşse kimi doğu uygarlığı ve toplumlarında bu sorun M.Ö 5. yüzyıllarda çözülmüştür! Aradaki tek fark ama ölümcül fark, doğu kendini belirli bir sisteme, disipline çekemiyor kimi konularda... Bizim toplumlumuzda çok bilinçli ve her şeyin farkında olan bir sanatı himaye etme alışkanlığı hiç yok. Düşünün ki ülkemizin genel bütçesinde kültürün, sanatın payı binde dörttür ( yüzde dört değil!). Bununla nereye kadar yol alabilir bir ülke? İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi Avrupa Parlamento-su'ndan ödül alan bir kurumumuz, kırılan camını onarmak için gerekli maddi olanağı bulamıyor. Özel müzeler ve kurumların da geleceği çoğunlukla yönetim kademesinin iki dudağı arasında. Son üç-beş yıl zarfında tüm özel müzelerin sanat ve sanatçılarımıza verdikleri destek ne ölçüdedir diye sorarsanız: devasa bir "hiç!" sözcüğü çıkar dilimden, ki esas bunu dillendirmek insanı üzüyor. Yani burjuvazimiz bile gereken burjuva kültüründen genelde çok uzakta!