Geçen hafta İstanbul, havai fişeklerle, dev gösterilerle
Avrupa Kültür Başkenti sürecine başladı. Öte yanda kendi doğal
sanat etkinlikleri arasında geçen hafta İstanbul’un gündeminde dünyanın herhangi
bir kültür başkenti kadar zenginlik vardı. Sadece müzik dalını şöylece gözden
geçirelim: İKSV’nin yeni mekânı Deniz Palas’ın açılışı,
Borusan Filarmoni Orkestrası’nın 9. Senfoni’yle yeni yıl
dizisine başlaması, İDOB’da ‘Figaro’nun Düğünü’ operasının
galası, İstanbul Resitalleri’nde Dejan Lazic’in dinletisi,
İDSO’nun Maçka Maden’deki konseri ve
İşSanat’ta 85 yaşındaki şefleri Sir Neville Marriner
yönetimindeki St.Martin-in-the-Fields Orkestrası’nın art arda iki konseri.
Yetişebildiklerim arasında beni en etkileyen olay, İşSanat’ta dinlediğim
çellist Daniel Müller-Schott’un Saint Saens’ın konçertosuyla katıldığı Academy
of St-Martin-in-the Fileds konseri oldu. İnanılmaz bir ton yakalamıştı çellist:
Yumuşacık, kişilik sahibi, kendinden emin. Orkestra ise müthiş bir birlik
içinde, kusursuz bir entonasyon sahibi. Yılların eskitemediği şef Sir Neville
Marriner, 85 yaşına karşın iç coşkusunu yitirmemiş, orkestrasıyla tümleşerek
dinleyicisine yeni kıvılcımlar ulaştırmayı başarıyor. Mozart’ın “Prag
Senfonisi”yle başlayan program Schumann’ın “İlkbahar Senfonisi”yle sona erdi.
Nitelikli müzik dinlemenin büyüsü içinde salondan ayrıldık.
İstanbul’un uzun zamandır beklenen 2010 Avrupa Kültür Başkenti oluşunun
açılış töreni en sonunda geldi çattı. Heyecan doruktaydı. 2010 için saat
20.10’da havai fişeklerle, coşkuyla bütün kent ayağa kalkacaktı. Sütlüce’deki
merkezde büyüklerimizi beklemeye koyulduk. Büyüklerimiz 40 dakika gecikmeyle
salona girdiler. Ardından o bitip tükenmeyen, hepsi birbirinin aynı, ortaokul
kompozisyonu gibi konuşmalar başladı. Aynı şiirlerin dizeleri yinelendi durdu.
Hadi siyasilerimiz birbirinden habersizdi, 2010 yöneticileri de mi birbirinin ne
diyeceğini bilmiyordu!
Böyle olayların en uygar açılış konuşmalarından biri, Olimpiyat
açılışlarıdır. Başkan kürsüye gelir ve der ki: 2010 Olimpiyatlarını açıyorum!
İşte o an meşale yanar, coşku başlar. En sonunda Yekta Kara’nın kurguladığı
“İstanbul Büyüsü” gösterime girdi. Karşımızda onca dakikadır sabit duran büyük
panodaki İstanbul manzarası hareket etti. İki kenardaki asansörlere
yerleştirilmiş koronun etkileyici sesi, Naci Özgüç yönetimindeki İDSO’nun
coşkulu forteleriyle Poloveç (Kepenek) dansları salonu sarsarak müthiş bir
açılış gerçekleşti.
Ancak ardından hiçbir iç tutarlılığı olmayan gösteri silsilesi başladı. Zaten
elimize verilen küçücük bir kâğıt programdan sahneyi izlemek de olanaksızdı.
Derken bir bale gösterisi ve ardından avaz avaz bağırarak Sertap Erener:
“Beyoğlunda gezersin”... Tabii her zaman için yabancılara en alımlı gelen Sema
gösterisi yer aldı. İstanbul’un hamurunu yoğuran dinlerin temsilcileri İslam,
Ermeni ve Yahudi ilahileriyle simgelendi. Bizans’tan bu yana uzanan Ortodoks
Kilisesi’nin sesi yoktu. Zaten tarihi bir süreç de izlenmiyordu.
Gösterinin en uzun ezgisi Kürtçe okunan bir uzun havaydı. Demek ki
İstanbul’un göçlerle değişen kültürüne tanık oluyorduk. Peki o zaman neden
Lazlar yoktu? Silivri folkloru yerine Karadeniz daha alımlı olmaz mıydı? Fatih
Erkoç, MFÖ, Kubat gibi pop müziğimizin yıldızları art arda İstanbul şarkıları
söylediler. Münir Nurettin’in Kalamış’ında gazel detone oldu gitti. Zaten o ses
yükselticileri dinleyiciyi sersem etmeye yetiyordu. İstanbullu besteci olarak
akla gelen ilk isim Cemal Reşit Rey’den hiçbir alıntı yapılmamıştı. Ne
“Enstantaneler”, ne “Fatih Senfonisi”.
Yekta Kara’yı başarılı opera rejileriyle bugüne dek en çok alkışlayan kişi
olarak bu projeye attığı imzayı alkışlayamıyorum. Asıl amaç İstanbul gibi bir
kentin o güzelim renklerini dünyaya tanıtan simgesel bir gösteri değil miydi?
Salonda yer alan onca bakan düzeyindeki yabancı ülke konuğuna, onca büyükelçiye
ve televizyon kanalıyla bütün dünyaya ne anlatmış olduk? Dışa değil, içe dönük
değerlerimizi sergiledik. Günümüzün üstünkörü kültür sahibi Türk insanına
seslenen popüler bir gösteri sunduk. İstanbul’un koskoca Devlet Senfoni
Orkestrası genelde popüler müziğe, aranjmanlara eşlik için kullanılmıştı. Baştan
sona olayın belkemiği olan şef Naci Özgüç’ü kimse selama bile çağırmadı. Sonunda
büyüklerimizin 2010 yöneticileriyle sahneye çağırılması ne anlam taşıyordu, onu
da çözemedik. Ve 20.10’da başlatılacak şenliklerin hepsi neredeyse bir buçuk
saat sarktığında uygarlığın en önemli göstergelerinden zamana karşı saygıyı hiçe
saymış olduk. 6 bin kişi yürütmüş açılış hazırlıklarını. Harcanan paraları
açıklamaya ise kalemim izin vermiyor.