Deprem üzerine yapılan bütün konuşmaların ve yazılan bütün yazıların miladı,
17 Ağustos 1999 depremi. Oysa Türkiye tam bir depremler ülkesi.
99’a kadar yapılan düzenlemelerin pek bir işe yaramadığını acı bir tecrübeyle
gördük. Peki, bu sefer ders alındı mı?
Depremden sonra görüldü ki, sorun sadece önlenemez göç ve bunun getirdiği
gecekondulaşmayla açıklanamayacak durumda. Kaçak yapılaşmanın artık olağan
sayıldığı ülkemizde ağır hasarlı binaların arasında devlet daireleri, hastane ve
okulların da bulunması bunun bir imar sorunu değil, anlayış sorunu olduğunu
açıkça ortaya koyuyor. Hemen başlatılan hasar tespit çalışmaları durumun
vahametini gösterirken devlet ancak depremlerde okulları tatil ederek
evlatlarını korumaya çalışıyor.
Bu denetim sorununu çözmek için atılan ilk adım 10 Nisan
2000 tarihinde yürürlüğe giren ve yapı denetimini özel şirketlere
bağlayan 595 sayılı Kanun Hükmünde Kararname idi. Kararnamenin
iptalinin ardından 29.06.2001 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlâ uygulamada olan
4708 sayılı Yapı Denetim Hakkındaki Kanun da maalesef aynı
anlayışla oluşturuldu. Yasa, yapılarda planlama aşamasından başlayarak proje ve
yapım aşaması sırasında denetimin özel yapı denetim şirketleri tarafından
gerçekleştirilmesini ve binanın taşıyıcı olmayan kısımlarında iki yıl, taşıyıcı
sisteminde ise 15 yıl boyunca meydana gelebilecek hasardan bu şirketlerin
sorumlu tutulmasını öngörüyordu. Teoride büyük ümitlerle başlayan ve bu konuda
bir devrim niteliği taşıyan yapı denetimi uygulaması, kısa sürede sarpa sardı.
Sektörün işleyişini ve sorunlarını tam olarak çözemeyen, alelacele çıkarılan
kanun, “artık eskisi gibi olmaması” ümidiyle başlatılan çalışmalar işin, içinden
çıkılmaz bir hal almasına neden oldu. Yıllar yılı ekonomi ve siyasetin en büyük
finans kaynaklarından olan inşaat sektöründeki payın bölüşülmesi kimsenin işine
gelmezken tüm sorumluluk tek başına, üstelik hiçbir yaptırım gücü olmayan yapı
denetim şirketlerine bırakıldı. İlgili meslek odalarını hiçe sayarak hazırlanan
kanun ve yönetmelikler işin ciddiyetini zedeledi. Denetim işini yapamadığını
anlayan devlet, yapı denetimini özel şirketlere bağladı ama bu
şirketleri bürokrasinin ağır işleyen sistemine bağlı kıldı. Sistem
hızlandırılmak bir kenara iyice hantallaştırıldı. 1999 depremi öncesi kolondan
çıkardıkları iki demiri bile kendine kâr gören çoğu müteahhit, aslında tüm proje
dikkate alındığında lafı bile edilmeyecek kadar küçük olan denetim bedelini
kendileri için büyük bir külfet olarak gördü.
Müşteriyi üzemiyor
Yapı denetimler, görünürde bakanlık adına yapıyı denetleyen şirketler olarak
konumlandırılmıştı. Ama uygulamada birçok kurum ve kişiye “hesap
vermeye” dayanan bir sistem oluştu. Kanun, yönetmelik,
e-devlet ilkesine göre çalışan yapı denetim sistemi, ilgili
idare uygulamaları gibi sistemi oluşturan tüm birimler çoğu konuda uyumsuzluk
içinde. Ve yapı denetimler devlet memurluğuyla özel sektör arası orta bir yerde
kaldığından herkesi memnun etmek zorunda kalıyor. İşi çıkmaza sürükleyen en
önemli problem “müşterinizi” kendinizin bulmak zorunda oluşu. Yani yapı
denetimler pratikte yapı sahiplerinin çalışanı. Devlet aracılığıyla yapı
sahipleriyle sözleşme yapıyor ve yapı sahiplerinin işini denetliyor. Tek kazanç
kaynağı olan yapı sahiplerini “üzemiyor”. Çıkarlarına ters düştüğünüz kişinin
bir daha sizinle çalışmaması riski mesleki etiğinizi sorgulamak zorunda
bıraktırıyor. Mühendislik tüccarlığa evriliyor. Karl Marx’ın
dediği gibi ekmek ahlaktan önce geliyor.
Fakat bu bile çoğu zaman kazanç sağlamaya yeterli olmuyor. Çünkü yapı denetim
şirketlerinin parasını alması belediye onayına bağlı. Bu yüzden çoğunda teknik
eleman bile olmayan ilgili idareler, kendilerini en az 10 mühendis istihdam eden
yapı denetim kuruluşlarının amiri gibi görüyor. Nasrettin Hoca misali parayı
veren düdüğü çalıyor ve düdük her zaman yapı denetimin kulağında patlıyor.
Diğer yandan aslında tüm sektörün en büyük sorunu olan müteahhitlik
müessesesinde henüz bir değişim yok. Birazcık parası olan, babadan kalma arsayı
çeviren herkes iki basit prosedürü tamamlayarak müteahhit olabiliyor. Bu tarz ve
hatta değme eğitimli, işi “tepeden çözerek” her şeyi yapma hakkını kendinde
bulan müteahhitler, yapı denetimleri, mesleki deneyimi ve yapıdaki sorumluluğu
umursamaksızın gereksiz bir masraf ve hatta ayak bağı olarak görüyor. Ağanın
sözü üzerine söz söylenemiyor. Yapı denetim uygulamasında çoğu zaman sadece
prosedür tamamlanıyor. Çünkü siyasetçiler, belediye yetkilileri büyük oranda
inşaat işinde ya da inşaat işindeki şirketlerle organik bağlara sahipler. Yapı
denetim şirketlerinin başlarını ağrıtacak kadar yetki sahibi olmalarını,
tekerlerine çomak sokmalarını istemiyorlar.
Bakanlık ise tüm sorumluluğu yüklediği şirketlerin sağlıklı çalışmalarını
sağlayacak düzenlemeleri yapmanın, sistemi korumanın ve güçlendirmenin aksine
sistemin ana elemanı olan yapı denetimleri, en ufak bir uygunsuzlukta kapatmak
zorunda kalıyor. Kanuna göre verilebilecek tek ceza, hatanın içeriğine
bakılmaksızın kapatma. Yapıların deprem güvenliğinin denetlenmesi amacıyla
kurulan yapı denetim şirketleri, çoğu zaman yapı sahibinin süs olarak yaptığı
balkon parmaklılıkları yüzünden cezalandırılıyor. Esasta yapıların sağlamlığını
denetlemek amacıyla kurulmuş ve bu yönde eleman istihdam eden şirketlerin şehir
plancısı gibi görev yapmaları isteniyor. Yapı denetim sistemi bu yolla
değersizleştiriliyor, itibarı ayaklar altına alınıyor.
Yapı denetimler dokuz yıldır bu çarkın içinde alelacele çıkarılmış bir kanuna
tabi olarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Buna rağmen yapılan
araştırmalar gösteriyor ki, yapı denetim gözetiminde yapılan inşaatlar statik
açıdan neredeyse sorunsuza yakın. Yeni yapılar, yapı denetimi hakkında çıkarılan
yasaya uygun olarak imalatın her aşamasında denetleniyor. Taşıyıcı sistem
projeye uygun kuruluyor, demir, beton kalitesinden asla taviz verilmiyor.
Fakat madalyonun diğer yüzü içler acısı. 2001’de uygulanmaya başlayan yasa
hâlâ değiştirilemediğinden 19 pilot ille sınırlı. 2001’den önce yapılan yapılar
ve bu 19 ilin dışında bırakılan illerdeki yapı stoğu hakkında elimizde hiçbir
somut veri yok. Bırakın Türkiye’nin dünyanın en büyük depremlerinden birini
yaşamış Erzincan’da yapı denetim yok. Topraklarının tamamı 1. Derecede Deprem
Bölgesi’nde yeralan Bingöl, Muğla, Manisa ve nice ilde de denetim mekanizması
Allah’a emanet. Uygulamadaki çifte standart, yasanın uygulanmadığı illerde yapı
güvenliği hakkında ciddi kayıplar yaratmakla birlikte kontrolsüz ve başıboş yapı
imalatlarını ilginç bir biçimde destekliyor.
Ülkemizin konumu itibarıyla depremler bizim için “doğal” olması gereken
afetler. Korkuyla beklenen olası İstanbul depremi kapımızı daha şiddetli çalıyor
artık. Ama hâlâ orta şiddette bir sarsıntıda bile ortaya çıkan can kayıpları
yürek dağlıyor. Devlet adamlarının artık bu konuda ivedilikle daha cesur adımlar
atması, tüm inşaat sektörünün sistemin arkasında durması, sahiplenmesi ve
düzeltmeye çalışması gerekiyor.