Depremler, Afetler, Kazalar, Ölümler, Çıkardığımız Ders; Ya Suskunluk, Ya İnat!

Kimya Mühendisleri Odası, depremler sonrası meydana gelebilecek patlama ve yangınlar üzerine 22 Mart 2011 tarihinde bir basın açıklaması yaptı.

“Geçtiğimiz günlerde Japonya’da meydana gelen deprem, Tsunami ve ardından Fukushima Nükleer Santrali’ndeki radyasyon sızıntısı ve patlama tehlikesi sebebiyle duyduğumuz üzüntüyü sizlerle paylaşmak isteriz.

Kendi meslek alanlarına giren konularda ülkesi yararına; bilimsel, yönetsel ve gerektiğinde ekonomik çalışmalar yapan TMMOB’a bağlı Kimya Mühendisleri Odası olarak; gelecek nesillerin ve gasp edilen çevrenin yaşama hakkını savunmak için bu açıklamayı yapmayı zorunlu görüyoruz.

Sanayi kuruluşlarından herhangi birinin, olası bir depremde kimyasal patlama veya yangına sebebiyet verme riski çok büyüktür. Özellikle Organize Sanayi Bölgelerinde oluşacak patlama ve yangınlar, domino etkisi yaratarak kentler için felaketlere neden olabilir. Nitekim son zamanlarda yaşanan kimyasal kazalar ve patlamaların insan sağlığına ve çevreye vereceği zararlar göz önüne alındığında, gerekli tedbirlerin alınması, konunun hassasiyetle önemsenmesini gerekli kılıyor.

Yaşanan bu kazalara OSTİM’de İvedik’te, Batman TPAO’da pek çok örnek eklenebilir. Bu ve benzeri olaylar kimyasallarla çalışmalarda alınacak önlemlerin ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde kimyasalların yönetimi ile ilgili yazılı kurallar ve bunların uygulamalarında yaşanan sorunlar her gün karşımıza gelmektedir. Özellikle Türkiye’de bu kuralların ne kadar yeterli olduğu ve ne kadar anlaşılıp, ne kadar uygulanabildiği herkesin malumudur.

Bizler eminiz ki bu kazaların öncesinde de devlet gerekli tedbirleri almıştı ve görevinin başındaydı. Nükleer santrallerin piknik tüpü ile karşılaştırılarak anlatımı ise devletimizin en üst düzeyde gerekli önlemleri nasıl alabileceğinin göstergesidir.

Her alanda olduğu gibi piyasa üstünlüğü ve denetimsizliğe bağlı olarak kazalardaki artışın net bir şekilde karşımızda durduğu bu ortamda, yeniden ve yine nükleer güç santrallerinden ve nükleer enerjiden bahsedilmektedir.

Peki, nedir nükleer santraller ve nükleer enerji?

Nükleer enerji basit olarak şöyle tanımlanabilir. Ağır radyoaktif atomların daha küçük atomlara bölünmesi veya hafif radyoaktif atomların birleşerek daha ağır atomları oluşturması sonucu ortaya çıkan enerjidir. Bu kimyasal enerji ile Nükleer santrallerde, Uranyum gibi ağır radyoaktif atomların daha küçük atomlara bölünmesi işlemi sırasında ısı açığa çıkar. Bu ısı suyu ısıtarak buhara dönüştürür. Nükleer reaktörlerde elde edilen bu buhar ile türbin çevrilerek elektrik üretilir.

Kıyaslamalı bir ifade ile 1 kg uranyumdan elde edilen enerji, 1 kg kömürden elde edilen enerjinin 2 milyon katından daha fazladır.

Nükleer santrallerin hammadde temini, işletimi şartlarının güvenliği ve nihai enerji üretiminin risklerine girmeyeceğiz. Çünkü bu konular yeterince ülkemizde tartışılmaktadır.

Nükleer santrallerin gözden kaçan veya henüz tartışılmayan en önemli sorunlarından bir diğeri de radyoaktif atıklardır. Bu atıklar ve taşıdığı riskler maalesef günümüz teknolojisi ile tam anlamı ile yok edilememektedir. Nükleer santrallerden çıkan bu atıklar önce soğuk su havuzlarında yaklaşık 5 yıl kadar dinlendirilir. Ardından ara depolarda yaklaşık 40 yıl kadar bekletilir ve sızdırmaz(!) varillere konup yerin yaklaşık 700 metre altına ya da okyanus derinliklerine gömülür.

Sonuç olarak; geleceğe miras olarak yeraltında depolanmış radyoaktif maddeler bırakılmış olunacaktır.

Peki, Japonya’da yaşanılan deprem sonrası toprak altındaki bu sızdırmaz kapların, hala sızdırmaz olup olmadığı bilinmekte midir?

Avrupalı uzmanların bile Çernobil faciasını 7 skalasında varsayarak Japonya’daki sızıntının 6 şiddetine ulaşmış olduğu gerçeğinin bilinci ile 1986’da yaşanan Çernobil kazası sonrasında oluşan bazı rakamlara bakarsak olayın ne kadar vahim ve ciddi boyutta olduğunu görebiliriz:

Çernobil; Ukrayna’da yüzlerce ölü, yıllarca tarım yapılamayacak arazi, binlerce kanserli insan ve onlarca yıl kanser tehdidi altında yaşayacak nesiller bırakmıştır ve kaza yapan reaktör şu an toprağın altındadır, daha da tehlikeli olan şu an toprak altında ne olduğunu kimse bilmemektedir. Meteorolojik hava akımlarıyla Batı Karadeniz’e gelen radyasyon bulutları, bölgede yetişen ürünler ve çevresel koşullar nedeniyle insanlar üzerinde kuşkusuz olumsuz etkiler yapmıştır. Her ne kadar rakamlara kanser oranındaki artış yansıtılmasa da bölge halkı bu artışı çok net bir şekilde yaşamaktadır. Yapılan araştırmalar, Karadeniz’de her ailede kanser vakalarının olduğunu göstermiştir.

Japonya’da radyasyonla mücadele amacıyla dağıtılan İyot hapları ile ilgili de yanlış bilinen bir gerçeği düzeltmek gereklidir. Dağıtılan iyot hapları sadece ve sadece troid kanserine karşı korumayı amaçlamaktadır. Troid bezinin iyot ile doldurulması sebebiyle radyoaktif maddelerin troid bezine yerleşmesinin engellenmesinden öte bir amaç taşımamaktadır. Özetle İyot hapı radyasyon etkisini tamamen ortadan kaldırmaya yetecek çözüm değildir.

Yakın geçmişimizden sizlerin de yakından takip ettiği birkaç olayı hatırlatmak gerekiyor. Bizler nükleer tepkimelerle kıyaslanamayacak kadar küçük riskler taşıyan kimyasalları ülke olarak yönetmeyi başaramadığımızdan maalesef Ostimi, İvediği yaşadık, Kütahya’da LPG taşıyan tankın patlamasına tanık olduk, Antalya’da ve Diyarbakır’da LPG dolum istasyonlarında patlamalar yaşadık, Bursa ETBA’da amonyak sızıntısından insanlarımızı zehirledik.

Bu durumda, Türkiye, riskleri açısından bu örneklerle kıyaslanamayacak kadar büyük olan Nükleer Santraller projesini yönetebilecek midir?

TC Anayasası, madde 56’da; ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir...’ denmektedir.

Sıraladığımız bunca riske rağmen, ülkemizde nükleer santral yapımına izin veren,  hem devlet yetkilileri, hem de buna göz yuman vatandaşlar olarak, bugünümüze ve geleceğimize olan görevimizi hakkı ile yerine getirebiliyor muyuz?”