Görsel Bir Haz İçin



William Henry Fox Talbot'un 1840'lı yıllarda yayımladığı 'Doğanın Kalemi', ilk fotoğraflı kitap olarak biliniyor. 1830'lu yıllarda negatif-pozitif baskı yöntemini bulan Talbot'un bu kitabında 24 adet fotoğraf yer alıyordu, her bir fotoğrafın yanında açıklamalı bir metin vardı. İngiltere'deki evi, Paris'in sokakları, doğa görüntüleri, bir meyve sepeti gibi farklı görüntülerin yer aldığı bu oldukça dağınık albümün başlıca özelliği, elbette 'fotoğraf' oluşuydu. Fransız ressam Paul Delaroche'a fotoğrafın icadıyla birlikte "Bugünden itibaren resim ölmüştür" dedirten gelişmeler, alıp başını gitmeye başlamıştı işte!

Resim gerçekten de 20. yüzyıl boyunca öldü öldü dirildi, ama fotoğraf, sonsuz bir teknik potansiyelin sağladığı bir dinamizmden mi nedir, hep diriydi sanki: Tanık oldu, belge oldu, sanat oldu, hatta 'deneyim' oldu: Susan Sontag'ın dediği gibi, yeni deneyimler edinme dürtüsü, artık biraz da fotoğraf çekme dürtüsüne dönüştü, yeni bir deneyimi fotoğrafı olmaksızın düşünmek neredeyse olanaksızlaştı!

İngiltere'de yaşayan ve çalışan Barbara ve Zafer Baran'ın Borusan Sanat Galerisi'ndeki ilk kişisel sergisi 'Yeryüzü Hazları Bahçesi', bir anlamda fotoğrafın o ilk günlerine bir selam niteliğinde. Talbot'un fotoğraf makinesi olmaksızın yarattığı 'fotojenik' resimlerle, Baranların yine makine kullanmaksızın, dijital teknolojiyle elde ettikleri imgeler arasında 100 yılı aşkın bir süre ve inanılmaz bir görsel teknoloji var ama işlerin 'ruhu' arasındaki kardeşlik, ortada. Talbot'un aslında birer fotoğrafik deney olarak gerçekleştirdiği gizemli çiçek imgelerinin çağdaş bir yorumu olarak nitelendirebileceğimiz 'Efemera' dizisi, sıradan 'çiçek, böcek' görüntülerinin çok ötesinde: Adı üstünde, 'gelip geçici' olanın izini sürmeye çalışan bu imgelerin bir kısmında Talbot'un fotoğrafik imgelerinden farklı olarak salt varolan değil, ölmeye yüz tutmuş olan gösteriliyor. Kara bir fon önünde ölümcül bir güzelliği olan, çürümeye yüz tutmuş çiçekler... Doğa ile teknolojinin, gerçek ile kurgunun, yaşam ile ölümün, resim ile fotoğrafın sınırında öylece süzülüyorlar.

Sergide başrolü üstlenen 'çiçek' ise, tahripkârlığının farkında olmaksızın yayıldıkça İngiliz bahçıvanlarının korkulu rüyası haline gelen 'rhododendron ponticum' adında egzotik bir yabancı. 19. yüzyılda İngiliz gezginleri 'uzak diyarlar'dan getirdiği zaman o dönemin bahçe meraklılarının yoğun ilgisini çeken, ama bugün fazlasıyla yayıldığı, üstelik etrafındaki bitkilere yaşama şansı bırakmadığı için yok edilecek bir tür yabani ot muamelesi gören bir bitkiymiş bu: Sergideki imgeler arasında 'hareketli' olan görüntüler yalnızca ona ait. DVD projeksiyondan izlediğimiz bu görüntüler, Georgia O'Keeffe'nin hep erotik çağrışımlarla okuduğumuz çiçek resimlerini de anımsatarak adeta kan kırmızısı bir tutkuyu tüm çıplaklığıyla görünür kılmaya soyunuyor. Yaprakları, organları, özü içinde gezindiğimiz 'rhododendron ponticum'un izleyiciyi de avucunun içine alan meditatif bir büyüsü var. Karşısında fazla durmayın!

Galerinin üst katında izlediğimiz 'Zehirli Orman' başlıklı fotoğraflar dizisi ise, serginin bütünlüğü açısından bakıldığında aynı etkiye sahip değil. Alacakaranlıkta çekilmiş bu fotoğraflarda, buğulu, gizemli bir atmosfer yaratılmaya çalışılmış; fakat sonuçta bu flu orman görüntülerinde, diğer imgelerde kendiliğinden yansıyan gizem, sanki zorlama bir çaba olarak görünmüş. Aslında bu sergideki 'gizem', iki boyutlu: Büyülü görüntüler işin bir boyutu. Bu görüntülerin hangi eski ve yeni tekniklerle, hangi malzemelerle, nasıl yapıldığı, işte asıl gizem orada! Görsel bir haz peşindeyseniz, kaçırmayın. 12 Kasım'a dek sürüyor.