Doğanın Yaşam Hakkı



Habil neden öldü? Kabil, tüm insanlık tarihi boyunca meydana gelen cinayetler serisini başlatarak, neden ilk kardeş katili oldu? Salt kıskançlık mı? Sanmam. Bu cinayetlerin anası için bir neden yakıştırılacaksa, bana hep sürdürülebilirlik ya da beka daha mantıklı gelmiştir. Beka veya sürdürülebilirlik ise, neticede gelir dolaşır, enerji üretimine ve tüketimine dayanır. Türkiye’de özellikle Karadeniz’in zümrüt coğrafyasında yoğunlaşmış, sayıları neredeyse iki binleri bulan HES ya da hidroelektrik santral projeleri ile enerji üretimi ve tüketimi, tam da bu türden bir sürdürülebilirlik problemine dönüşmüş durumda bugün.

Evet, hidroelektrik enerji yenilenebilir bir enerji kaynağıdır. Evet, doğa dostu bir enerji kaynağıdır. Fakat doğanın ölçüleri içinde kalınarak planlanır ve uygulanırsa, doğa dostu bir enerji kaynağıdır. Eğer doğanın ölçüleri hiçe sayılarak, bu santraller yapılmaya kalkışılırsa, sonuç sürdürülebilir yaşam açısından pek de iç açıcı olmayacaktır. Hatta düpedüz bir katliama dönüşecektir. Katliam diyorum. Çünkü toplum dendiğinde, sadece insan türünden oluşan bir bütünü anlamıyorum. Toplum dendiğinde, Yunus Emre’nin deyişiyle “Kamu âlem birdir bize” perspektifinden doğanın tüm canlı ve cansız halklarının ilişkilerinden doğan doğa bütününü anlıyorum. Ne demişler “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”. Doğanın canlı ve cansız bileşenlerinden her an yeniden doğan ve bunlardan doğmak zorunda olan bizler, tüm doğada var olan ekolojik komşularımızın külüne bile muhtacız. Onları, sürdürülebilirlik adına enerji için yok ederek, sürdürülebilir olamayız.

Doğa dostu enerji kaynakları

Böylesi bir toplum ya da kamu anlayışını, tüm canlıların hayat hakkını şart koşan Malatya Valisi Ulvi Saran’da görüyoruz: “İdare sadece sesi çıkan, konuşmasını becerebilen, haklarını savunabilenlerin değil, aynı zamanda sessiz, derdini, sıkıntısını ifade edemeyen canlıların da haklarını korumakla yükümlüdür. Biz onların da valisiyiz. Buradaki suya dayalı olarak hayatını sürdüren canlıların da haklarını korumak zorundayız.” Keşke bu anlayış tüm kamuya hizmet edenlerde bu şekilde ifade ve eylem bulsa... Neden mi? Çünkü insan türünün sürdürülebilirliği ya da bekası, kamunun tüm seviyelerinde bu anlayışın vücut bulmasına bağlı.

Bu bağlamda Freud’u yeniden hatırlamakta fayda var. İd, ego ve süperego. İd, sınırsız arzu ve ihtiraslarımızın alanı, süperego bu arzulara getirilen toplumsal kısıtlamaların alanı, ego ise bu ikisi arasında bir orta yolcu. Freud’da toplum, sadece insan türünden hatta belli bir coğrafya ve zamanda var olan insanlardan oluşan bir bütün. Oysa artık süperego’daki toplumu, biyosferal toplum olarak algılamalıyız ve doğanın ölçüleri içinde isteklerimize özgürlük aramalıyız. Toplum ve kamu kavramı, doğayı da içine alacak şekilde genişletilmelidir. Yoksa, doğal ölçüleri tanımayan bir azgınlık içinde olmak, türümüzün bekası açısından sürdürülemez olacak.

Sürdürülebilirlik açısından enerji üretimi ve tüketimine daha yakından bakalım. Aralık 2009’da yayınlanan Scientific American dergisinde 2010’dan 2030’a sürdürülebilir enerji üretimi ve tüketimi için bir dosya sunuldu. Bu dosyaya göre 2030 yılına kadar dünya çapında ihtiyaç duyulacak enerji miktarı, 16,9 teravat olacak. Tabii, eğer biz fosil yakıtlar gibi çevreyi kirleten konvansiyonel enerji kaynaklarını tüketmeyi sürdürürsek. Eğer doğa dostu güneş, rüzgar, vesaire gibi yenilenebilir kaynakları kullanırsak, bu kaynakların yaratacağı enerji verimliliği ile birlikte, 16,9 olan enerji ihtiyacı, bir anda 11,5 teravat’a düşüyor.

Peki, yenilenebilir doğa dostu enerji kaynakları açısından şu an dünyadaki enerji kapasitesi nedir? 2 teravat, dünya sularında bekliyor. 40 ila 85 teravat, rüzgarın kanatlarında kullanıma hazır. 580 teravat ise, güneşten geliyor. Toplam kapasite 647 teravat neredeyse! 2030 yılına kadar biz dünya olarak ancak bu enerjinin 11,5 teravat’ını kullanıyor olacağız. Yani, toplam enerji kapasitesinin yüzde 1,7’si ancak!

Hiroşima ve Nagazaki anısına

Aynı dosyadaki maliyet hesaplarına baktığımızda, yenilenebilir kaynakların maliyetinin kilovat saati 7 cent’in altında olduğunu görüyoruz. 2020’ye kadar bunun 4 cent civarında olması bekleniyor. Oysaki konvansiyonel kaynakların maliyetine baktığımızda, 2007 yılı verilerine göre kilovat saati 7 cent olduğunu görüyoruz. Ve bu rakam, 2020’de 8 cent’e ulaşıyor. Yani, sürdürülemez ve yenilenemez doğa düşmanı enerji kaynakları, giderek pahalanıyor. Bunun aksine sürdürülebilir ve yenilenebilir doğa dostu enerji kaynakları, giderek ucuzluyor.

Enerji deyince, bir de son günlerde Meclis’teki oylama nedeni ile sık tartıştığımız nükleer enerji muamması var. Bizim yerelimizdeki nükleer konusunun ekonomik ve siyasal garipliklerinin yanı sıra küresel ölçekte de çok boyutlu bir konu, nükleer enerji. Radyoaktif atıkları, diğer olası sağlık riskleri ve yüksek maliyetleri nedeniyle nükleer enerjiye, dünya gezegeni olarak ölümcül bir ihtiyaç duyduğumuza inanmıyorum. Hatta şuna inanıyorum: Beynimize çakılı iki nükleer istavroz Hiroşima ve Nagazaki anısına tüm dünyadan nükleer tehlike bertaraf edilmeli; hemen şimdi! Ki ölü çocuklar da şeker yiyebilsinler. Dünya üzerinde elinde nükleer tehdit bulunduran bir tek kişi olsa bile, dünyanın geri kalanını savunma için nükleere mahkum eder. Bu bana Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri adlı filminde bir odadaki insanların tümünün birbirine silah çektiği bir sahneyi hatırlatıyor. Bu nedenle anti-nükleer kampanyası asenkron ve yerel değil, eşzamanlı ve küresel olmalıdır. Çünkü diğerleri silahlarını indirmeden odadaki hiç kimse kendi silahını indirmek istemeyecektir. Bu nedenle odadaki ya da dünyadaki herkes silahlarını aynı anda indirmeli! O odadaki hiç kimse, Kabil gibi kardeşlerinin bekçisi değil, değil mi?

Yine, doğanın ölçülerine uymayan enerji ve kaynak arayışları 16 Temmuz’da Ankara’da ilginç bir mahkemeye sahne oldu. Doğa Derneği başkanı Güven Eken, HES’lerden, 2B’ye kadar yaptığı doğa dostu mücadele içinde Çevre Bakanı’na “doğanın seri katili” dediği için Bakan Veysel Eroğlu tarafından 15 bin lira tazminat istemiyle mahkemeye verildi. Ama beni asıl ilgilendiren bu davanın aktörlerinden çok, sürdürülebilirlik için doğanın seri katili olur mu bağlamında “İdare sadece sesi çıkan, konuşmasını becerebilen, haklarını savunabilenlerin değil, aynı zamanda sessiz, derdini, sıkıntısını ifade edemeyen canlıların da haklarını korumakla yükümlüdür” ifadesinin mahkeme nezdinde kamusallaşıp kamusallaşamayacağı konusudur.