Doğayı AKP'den Korumak



Cumhuriyet tarihinin onda birine denk gelen bir zaman dilimi boyunca iktidarı elinde tutan AKP’nin “en tutarlı” politikalara sahip olduğu alanın çevre olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ekonomi, uluslararası ilişkiler gibi konularda kimi zaman değişken politikalar izlese, kimi zaman şaşırtıcı çıkışlarda bulunsa da, partinin çevre politikası konusunda izlediği yön, aldığı tutum hiç değişmedi. Bu duruşu şöylece özetleyebiliriz: AKP’nin çevre politikası ve doğal varlıklarla kurduğu ilişki, AB’ye giriş sürecinin gerekleri, zorunlulukları ile parti tabanının beklentileri, istekleri arasında sıkışıp kaldı. Bundan dolayı da düzenli aralıklarla, çevreyi koruyucu yönde hazırlandığı izlenimi veren, başlığında çevre korumaya ilişkin göndermeler bulunan ve içinde mutlaka “sürdürülebilir kalkınma” sözünün geçtiği bir düzenlemeyi gündeme taşıyor ama sonradan ya birkaç maddeyle yasa metnini sulandırıyor ya da ilk başta görülmeyecek biçimde sermaye lehine boşluklar yaratıyor. Son günlerde sıkça konuşulan, “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” tasarısı da söz konusu eğilimin bir yansıması sadece.

Doğaya müdahale istiyoruz

AKP’nin yıllardan beri sürdürdüğü bu politika şaşırtıcı değil. Tam tersine, partinin izlediği neoliberal ekonomik programla tutarlı. Bunu da kısaca, doğal varlıkların daha çok sermaye birikimi sağlamak üzere ekonomiye kazandırılması ya da piyasaya sunulması biçiminde özetleyebiliriz. Şaşırtıcı olan, partinin doğa üzerinde izlediği yok edici politikalara fazla ses çıkarılmaması, yeterince tepki gösterilmemesi, çoğunlukla da sessiz kalınarak onaylanması. İşte uzun süreden beri ilk kez, partinin çevre politikalarına –ülkenin bütün derelerini HES’le kaplama arzusu dolayısıyla– bir karşı duruşun oluşmaya başladığını görüyoruz.

Acaba çevresel değerler ve doğal varlıklar üzerine bu kadar acımasızca gidilmesinden rahatsız olmamamızı, en azından sessiz kalarak onaylamamızı nasıl yorumlamak gerek? Yörenin ekonomik açıdan gelişmesini sağlayacak ya da kısa sürede somut kazanımlar getirecek projelerin hoş karşılanmasını dışarıda bırakırsak, doğayı ve tarihi değerleri yok edecek politikalara destek vermemizin ardında kentleşme sürecini 50 yıla sığdırmak zorunda kalmış bir ülkede yaşıyor olmamız bulunabilir. Bir başka biçimde dile getirmek gerekirse, hemen hepimizin bir biçimde kırsal kesimle ilişkisi hâlâ sürüyor ya da en azından bir-iki kuşak öncemiz kıra dayanıyor. Dolayısıyla doğaya yapılacak her müdahaleyi, onun üzerinde atılacak her adımı ilerleme olarak algılıyoruz. Bunun sonucu olarak da, el değmemiş doğal güzellikler, tek katlı bahçeli evler, kendi kendine akıp duran dereler, köylülüğü, yoksulluğu, azgelişmişliği anımsatıyor bize. Dolayısıyla ormanlık alanlarda turizm tesislerinin yapılması, eski binaların yıkılıp yerlerine gökdelenlerin dikilmesi, “boşu boşuna akan” derelerin üstüne barajlar kurulması hep gelişme olarak görülüyor. AKP’nin yerelde ve merkezde elde ettiği seçim başarılarında söz konusu duygu durumunun yarattığı etki yadsınamaz. Bundan dolayı, AKP’den salt doğa koruma amacını taşıyan bir yasal düzenleme beklemek, çok gerçekçi olmayacak. Son günlerde gündeme gelen “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” tasarısını da bu çerçevede değerlendirmek lazım.

Tabiatı Koruma Kanunu mu?

AB’ye giriş süreci çerçevesinde uzun süreden beri hazırlıklarının yapıldığı bilinen, ancak kimi HES bölgelerinin doğal sit alanı ilan edilmesinden sonra apar topar Meclis’e gönderilen yasa tasarısının, aslında çevre yönetiminde yıllardan beri duyulan eksiklikleri giderme amacını taşıması beklenen bir düzenleme. Doğal güzelliklerin korunmasını tek başına düzenleyecek, yetki karmaşasını ortadan kaldıracak çerçeve bir yasaya yıllardan beri ihtiyacımız vardı. Ama böylesine mi, tartışılır...

Aslında yasa tasarısı, “bir alana birden fazla koruma alanı statüsü verilmemesi, buralar için ekolojik etki değerlendirilmesi yapılması, karar alma süreçlerinde şeffaflık ve katılımın sağlanması, yabani bitki ve hayvan türlerinin ticaretinin düzenlemeye alınması” gibi önemli hükümler içeriyor. Ancak metin dikkatli biçimde gözden geçirildiğinde asıl yapılmak istenenin -koruyucu yöndeki maddelere istisnalar getirilerek ya da ağırlıklı olarak bürokratlardan oluşan kurullara koruma alanı belirleme yetkisi verilerek- bu alanları bir an önce ekonomik faaliyetlere açmak olduğu anlaşılıyor. “Üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren” durumlarda Bakanlar Kurulu kararı ile kullanma izni tanınabilmesi buna verilebilecek örneklerden yalnızca biri. Bunun neresi kötü diye bir duraksama geçirenlere, Bergama’da yargı kararının uygulanmayıp faaliyete devam edilmesi yönünde Bakanlar Kurulu kararının verildiği bir ülkede yaşadığımızı anımsatmak yeterli olacaktır.

Tasarı AB’ye giriş için mi?

Tasarıyı savunan hükümet, bu düzenlemenin AB giriş sürecinin bir zorunluluğu olduğunu söylerken yine bizlere özgü bir davranış sergileyerek kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor. AB sürecindeki Türkiye’nin bir çerçeve doğa koruma yasası çıkarması gerekiyor. Bütün derelerin üzerine HES yapılmasını kolaylaştıran bir düzenleme değil. Yoksa AB 2009 İlerleme Raporu’nda bizim için şu değerlendirmeyi yapmazdı: “Doğa koruması konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. Yaşam alanlarının yitirilmeye devam etmesi endişe vericidir... Doğa koruma ile ilgili politika alanlarındaki mevzuat özel önem gerektirmektedir.”

Yeni yasa tasarısının, yargı yerlerinin yerindelik denetimi yapamayacağını vurgulayan Anayasa değişikliğinin hemen sonrasına denk gelmesini de beklenmedik bir gelişme olarak karşılamamak gerekir. Yalnızca Anayasa’nın çevreyle ilgili 56. maddesine değil, altında imzamızın bulunduğu uluslararası sözleşmelere de aykırı olan bu düzenlemenin, salt enerji değil, madencilik, turizm gibi sektörlerde de memnuniyetle karşılanması şaşırtıcı olmayacaktır. Doğayı asıl AKP’den korumak gerekiyor.

Bülent Duru / Ankara Üni., SBF