En Kötüsü Yaşanmadan...



Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın aşırı yoğun trafiğinde saat 20.00 sularında, yani tam da iftar vakti yol almaya çalışırken, kendi kendime söyleniyordum; şu İzmir’e gavur dedikleri kadar var; herkes dışarıda olduğuna göre kimse oruç tutmuyor mu bu memlekette? Oysa aynı yoğunluk günün her saatinde ve kent merkezinin bütün ana arterlerinde sürüp gidiyordu. Kabahat, oruç tutmayan İzmirliler’de değildi yani. Yoğunluğun biraz daha azalmasının beklendiği zamanda bile trafikteki bu ağır ilerleyiş, okullar açıldığında ve kent halkı yazlıklarından geri döndüğünde ne olacaktı?

Tek araç tek yolcu

İzmirliler’in oruç tutması konusundaki düşüncelerimi paylaştığım bir arkadaşım, “Sen iftar vaktinde Kordonboyu’ndaki kafe ve restoranları görmelisin; iğne atsan yere düşmez; oturacak yer bulamazsın” diye yanıtladı beni. Belki de herkes orucunu evine gitmeden güneşin batışını seyrederek Kordon'da açıyordu. Nasılsa kimse evine zamanında varamıyordu; belki de İzmirliler’in günlerin uzun sürdüğü bu ramazan ayında trafik karmaşası yüzünden iftarı kaçırma sorununa buldukları çözüm böyleydi. Belki de Kordonboyu’ndaki restoranlar da alış veriş merkezlerinde yapıldığı gibi iftar menüsü hazırlıyorlardı; bu yıl gelişen, trafikle ilgili bu durumla bağlantılı olarak.

Her ne kadar öğle saatlerinde Kemeraltı’ndaki restoran ve büfelerin hatırı sayılır dolulukları dikkate alındığında ve türbanlı kadınların bile sigaralarının dumanını keyifle tüttürdüklerine tanık olunduğunda, İzmir’e özel bir takım durumlar sezilse bile, bunun uzun ve sıcak bir yaz geçirmemizden kaynaklandığını düşünmek mümkün. Üstelik bunun, kent trafiğinin karmaşasıyla da bir ilgisi olduğunu söyleyemeyiz.

Bizim asıl söylemek istediğimiz, hemen hemen her bir arabanın tek bir yolcu taşıdığı, adım adım ilerleyebildiğimiz Mustafa Kemal Sahil Yolu’nun trafiğinde, gözümüzün ister istemez etrafı özellikle de denizi seyretmeye daldığıydı. Bir süre denizin maviliğine dalgın dalgın bakarken, birden denizde yol alan hiçbir deniz aracının olmadığının ayrımına vardık. Deniz ulaşımı için son derece avantajlı bir konumda olan İzmir Körfezi’nde yolcu taşıyan hiçbir vapur yoktu ortada; deniz bomboştu. İnsanlar, balık istifi gibi sıcak ve kalabalık otobüslerde saatlerce yolculuk ediyorlardı ve deniz, orada bomboş duruyordu. Sanki sadece bakılmak için vardı.

Birden şöyle düşünmekten kendimi alamadım; İzmir halkı, belki de gavurluğunun bedelini böyle eziyet çekerek ödüyordu. İşten eve, evden işe gidebilmek uğruna saatlerce yollarda telef olan İzmirliler, böyle bir eziyete layık görülmek için başka ne yapmış olabilirlerdi ki? İnatçılıkları, kararlılıkları ve yaşama sonuna kadar bağlı olmaları dışında? “İlahi Adalet” belki böyle bir şeydi.

Hatay cehennemi!..

Kent merkezinin en önemli arterlerinin bazıları trafiğe kapatılmış; Hatay Caddesi sanki yeryüzünde cehennem koşullarına mahkum edilmişti ve halkın ızdırabını bir nebze azaltmak için deniz seferlerini artırmak gibi bir önleme başvurulmuyordu. Oysa yüzlerce, binlerce araç, otoparklarda bırakılabilir ve insanlar sıklığı 15 dakikaya çıkartılan vapurlarla, örneğin Üçkuyular İskelesi'nden Karşıyaka, Alsancak, Pasaport, Konak ve Karataş’a gidebilirlerdi. Vapur seferlerinin 15 dakikada ya da yarım saatte bir olduğunu bilen kent halkı, ne yapıp edip, kendilerinden iyice uzaklaştırılan ve altı şeritli yolun ötesine itelenen iskelelere ulaşırlar ve varacakları yere kan ter içinde kalmadan püfür püfür esintili bir yolculukla, çaylarını içerek ulaşabilirlerdi. Böyle bir çözüm, olanaksız değildi; en doğru ve insan haklarına saygılı olan çözüm buydu.

Ama yapılmadı; İzmirliler “şeytan azapta gerek” misali, kendi kaderlerine terk edildiler. Üstelik, daha en kötüsünü yaşamamışlardı.