Fırat’ın Doğusuna Yolculuk



Vangölü Ekspresi’nin Haydarpaşa’dan kalkışından 30 saat sonra Malatya’da iniyoruz. Şantiye görünümünde bir şehir Malatya. İnsanda, şehrin daha ziyade Türkiye’nin batısında yer aldığı kanısı uyanıyor. Malatya’dan Adıyaman’a ‘dağ yolu’ güzergâhından gidiyoruz. Şehnur’la ikimizi, Kahtalı arkadaşımız Hakan karşılıyor.

Zifiri karanlıkta, Nemrut’un zirvesindeyiz. Ortalığın yavaş yavaş aydınlanmasıyla Atatürk Barajı’nın suyla doldurduğu irili ufaklı darmadağınık vadiler önümüzde seriliyor. Güneşin kızıllığı doğudan yükselirken, bulutlar sanki fırça darbeleriyle çizilmiş gibi. Işık ve gölgelerin oyunu, harika görsel bir fenomene dönüşüyor. Dönüş yolunda Kommagene’nin başkenti Arsemia’ya uğradıktan sonra, sırada Cendere Köprüsü var. Roma mimarisinin anıtsal örneklerinden olan köprüyü görünce içim sızlıyor. 2 bin yıllık köprüden eksilenlerin yerine çirkin fabrikasyon taşlar konmuş ve taş aralıkları betonla doldurulmuş.

Aynı günün akşamı Urfa’ya doğru yola çıkıyoruz. Urfa girişi yeşillikler içinde ve modern, ama sonra anlıyoruz ki, burası şehirde devletin ikamet ettiği mıntıka. Şehrin en modern binası da zaten emniyet müdürlüğüne ait. Öğretmen evine yerleşiyoruz. Sendika panosunda “301 kaldırılamaz! Ne mutlu Türküm diyene!” afişi asılı. Valilik binasının önünde kocaman harflerle “Vatan bir bütündür parçalanamaz” yazısı, ‘vatanın’ bu parçasında hangi kadim halkın yaşadığını idrak etmemize yardımcı oluyor! Her Kürt kasabası ve şehrinin karşı yamacına “Vatan bölünmez”, “Önce vatan”, “Ne mutlu Türküm diyene” kondurulmuş. Komando Caddesi, Anıttepe, Bayraktepe türünden cadde veya yer isimleriyse cabası. Şükrü Erbaş’ın “Öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar/Eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?/Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde/‘Önce Vatan’ yazısı bir hüzün değil midir?” dizeleri düşüyor aklıma.

Urfa Kalesi’nin dibindeki çay bahçesinde sevimli bir çocuk yanaşıyor masamıza. Bize, “buranın tarihini İngilizce, Türkçe ve Kürtçe” anlatabileceğini söylüyor! İsmi Halil. Halil, Hz. İbrahim hikâyesini, Nemrut’un kızı Zeliha’nın, Hz. İbrahim kaleden ateşe atılınca arkasından atlayıp düştüğü yerde oluşan gölün ortasındaki fıskiyeyi parmağıyla göstererek bitiriyor: “Aha bu fiske de Zeliha’nın gözyaşlarını belirtmektedir”. Balıklı Göl’ün arka sırtlarında bir yerlerde sıra gecesi havaları duyuluyor.

İbrahim dışında Eyüp, İlyas ve Yakup peygamberlerin de yaşadığı Urfa, tarihi evleri, sokakları, çarşıları, hanları, hamamları, çeşmeleri, köprüleri, camileri, kalesi ve surlarıyla adeta bir müze kent görünümünde. Tarihsel ve kültürel zenginliğin odak noktası, Balıklı Göl ve çevresi. Burada ruhani bir hava soluyor insan. Doğu’da gördüğümüz en cıvıl cıvıl şehir Urfa. Sokaklar o kadar canlı ki, şehirde sanki en az bir milyon insan yaşıyor. Gel gör ki Urfa’da gazete satın almak, deveye hendek atlatmaktan zor. Sora sora bir otobüs durağının arkasındaki bir seyyar satıcı buluyoruz. İncik boncuğun yanında gazete de satıyor.

Urfa Mardin’e bakar

Bir sonraki gün, istikamet Mardin. Şimdiye dek hiç askeri kontrolle karşılaşmadık, ama Viranşehir’de milli oluyoruz. Kızıltepe ise çirkin şehirleşmesiyle göze çarpıyor. Kızıltepe ile Mardin arası neredeyse boydan boya askeri tesislerle kaplı. Burası Türkiye’nin batısı değil, burası “orası”. Alışmak lazım. Mardin çarşısının orta yerinde büyük bir tabelada Refik Durbaş’ın ‘Şair, sen kiminle konuşursun/ Eğer Mardin yoldaşın değilse’ dizesi.

Akşam Mardin’i aşağıdan seyretmek ve fotoğraf çekmek için Nusaybin yoluna iniyoruz. Mardin, “gündüz seyranlık, gece gerdanlık” olan şehir. Dönüş yolunda yine kontrole denk geliyoruz. Bu kez asker değil, polis. Gecenin karanlığı içinde silahları ışıldıyor. Ertesi gün, Kasımiye Medresesi’ndeyiz. Külliyenin avlusunda gölgede oturan görevli polis memuru, Adıyaman tütünü sarıyor. Medresenin devasa pencerelerinden uçsuz bucaksız Mardin ovası görünüyor. Öteler, Suriye işte. Şehre dönüp Kırklar Kilisesi’ne uğruyoruz. Geniş avluda çocuklar koşturuyor. Kiliseden sonra gittiğimiz Ulu Cami’nin 12. yüzyıldan kalma görkemli mimarisi, tarihin ihtişamını bugüne taşıyor. Bakırcılar çarşısında bakır döven ustaların çekiç sesleri yankılanıyor. Çarşıdan çıkıp abbaralara dalıyoruz.

Ziyaret sırası, Deyrülzeferan’da. Taksi sürücümüz Hasan, memleketi Mardin’e benziyor. Yarı Arap, yarı Kürt yakışıklı bir genç. Annesi Kürt, babası Arap. Ne olduğu sorulduğunda Hasan’ın yanıtını merak ediyorum: “Arap sorarsa Arabım, Kürt sorarsa Kürdüm”. Gülüşüyoruz. Deyrülzeferan, dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kalmış olan Süryani cemaatinin hac merkezi. Manastırda, birkaç gün sonra uluslararası Süryanice dil konferansı var. Bir konferans pankartı, şiirselliğiyle dikkatimi çekiyor: “Süryanice, Dicle ve Fırat’ın uzun tarihidir”.

Hasankeyf, Akdamar ve batıya dönüş

Ertesi gün öğle vakti Hasankeyf’teyiz. Dicle üzerindeki tarihi taş köprünün devasa kalıntılarını görüp hayranlık duymamak elde değil. Bir günü Hasankeyf’te geçirip oradan Batman’a geçiyoruz. Belki de psikolojik ama Batman’da tuhaf bir gerilim hissediyoruz. Bir an önce buradan gidelim, duygusu var içimizde. Veysel Karani türbesinin bulunduğu Siirt’in Ziyaret kasabasına giden minibüse biniyoruz. Batman ile Ziyaret arasında defalarca askeri kontrol noktalarından geçiyoruz. Gece, Van’dayız.

Sabah, Akdamar Kilisesi’ni ziyaret edeceğiz. Gevaş’taki iskelede bir tekneye atlıyoruz. Pırıl pırıl, ılık bir sonbahar günü. Kiliseyi ve adayı gezdikten sonra, çay içmek için derme çatma büfenin masalarından birine ilişiyoruz. Batman’dan asker ziyaretine gelen Ağrılı bir aileyle sohbet ediyorum. Buralara kadar gelmişken Veysel Karani türbesini ve Akdamar’ı da ziyaret etmek istemişler. Gençten adam, akrabası kadını gösterip şakayla “Dün Veysel Karani’de namaz kıldı, bugünse kiliseye geldi. Bu namaz sayılır mı?” diye soruyor bana. “Cami de, kilise de Allah’ın evidir. Fark etmez” diyorum. Kürtlere artık doğuda, özellikle çatışmaların olduğu illerde askerlik yaptırıldığı tespitini, bir Vanlı “Bu yakınlarda Taxmisan köyü var. Köyün üç genci, 300 metre ötede bir tepedeki karakolda askerlik yapıyor” sözleriyle onaylıyor.

Tatvan, Muş ovası, Bingöl ve Elazığ’dan geçerek batıya doğru yol alıyoruz. Malatya-Elazığ il sınırını çizen Fırat’ın batısına Kömürhan Köprüsü’nden geçer geçmez, askerlerin sadece 21 plakalı yolcu otobüslerini durdurup arama yaptığına tanık oluyoruz.