Foto: Institute of Cell & Molecular Center, Alsop Architects,
2005.
İlk durağı Amsterdam–Rotterdam olan Mekanar Mekan
Araştırmaları gezilerinin ikincisi Londra gezisi,
17 – 23 Haziran tarihleri arasında Hakkı Yırtıcı, İlke
Tekin ve Saitali Köknar danışmanlığında, lisans ve
lisansüstü öğrencileri, akademisyenler ve mimarlardan oluşan 35 kişilik
bir grupla gerçekleşti. Gezi kapsamında kentin modern tarihinin izi
sürüldü, kentsel planlama bölgeleri ve özgün mimari ürünler gezildi, mimarlık –
tasarım ofisleri, merkezleri ve okulları ziyaret edildi. "Galiba mimarın mimar
gibi gezmemesi gerekiyor" diyen Hakkı Yırtıcı'ya kulak
veriyoruz:
MesutT: Neden bir ‘mimarlık gezisi’?
Bu soruya kısaca yerinde görerek, hissederek, dokunarak
öğrenmek için diyeyim. Çünkü fotoğrafta görmek ve gerçeğini görmek çok farklı
bir şeydir. Bir fotoğrafın sunduğu kare, çeken kişiye, onun bakış açısına ait
bir gerçeklik sunar. Gezilerde bir yapıyı kentin bir noktasında, kentin bir
parçası olarak, kent şebekesinde o noktada düğümlenmiş bir yapı olarak
görüyorsun. İşte o zaman o yapının neden, niye, nasıl orada olduğu ortaya
çıkıyor. Mimarlık medyasının sunduğu şey, bir fotoğrafçının gözüyle
çerçevelenmiş, çekilmiş bir imaj oluyor ve aslında çok fazla şey ifade etmiyor.
Amsterdam’ı çok iyi bilirim, ama bir türlü MVRDV’nin Silodam’ını görme fırsatım
olmamıştı. Fotoğraflarından çok da anlayamadığım, bir yere oturtamadığım,
‘beğenmediğim’ bir projeyken, geçen yıl düzenlediğimiz gezi ‘evet, gerçekten bir
anlamı varmış’ dedirtti bana. Onu orada sadece bir yapı olarak görmüyorsun;
gezerken o binanın önünde durunca, oranın mimarlık kültürü ve gerçekliği, kentin
nasıl yapılandığının bir parçası olarak kafanızda bir yere oturuyor.
MesutT: Aslında algısal bir kırılmayı tekrar kendi özgün
bağlamına oturtmak gibi yani?
Aynen öyle. Üniversitede
öğrencilerime de mümkün olduğunca gezip görmelerini tavsiye ediyorum. Birebir
görmek, dokunmak, koklamak, orada olmak, başka bir bilgi üretimini sağlıyor.
İnternet, kitaplar ve dergiler, “güncel mimarlığı takip ediyorum, dünyanın
neresinde ne yapılıyor haberdarım” yanılsamasını da beraberinde getiriyor.
MesutT: Fotoğraf üzerinden gidersek, mimari fotoğrafta insan bir
özne olarak yok. Yapıyı yerinde görmek söz konusu olunca, insan yeniden kadraja
girmiş oluyor gibi.
Evet, fotoğrafta edilgensiniz; ama
diğerinde gayet etken bir durumdasınız. Bu, bir fark yaratıyor. Bu anlamda gidip
görmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Ama bizim gezilerimizin tek motivasyonu bu
değildi.
Foto:
London Model / The Building Center ziyareti
MesutT: Peki
sizin motivasyonunuz ne oldu?
Bu, bizim bir mimar olarak kendi
mesleğimizle ve onun ürünleriyle kurmamız gereken (olabildiği kadar) bir
ilişki. İki yıl önce Mekanar bir fikir olarak ortaya çıktığında bile
kafamızda ‘mimarlık gezileri yapmak’ düşüncesi vardı. Mekanar’ın ‘mekan’ kısmını
çok önemsiyoruz. Sitenin ‘Mekanar hakkında’ bölümünde de belirttiğimiz gibi
mekan, olayın geçtiği yer demek. Farklı ideolojilerin, toplumsal sınıf
farklılıklarının, kültürel ve etnik kimliklerin bulunduğu karışık bir alan ve bu
karışık dünyayı anlamak gerekiyor. Ve bu karışık dünyanın ölçeği de coğrafyadan
kente, kentten en küçük mekan ölçeği olarak yere doğru değişiyor. Mekanar,
bunları kavramak istiyor; bu kavrayışı da sadece mimarlık gözlüğüyle yapmak
istemiyor. Buna ‘disiplinlerarası’ bir okuma diyebilirim. Çünkü, coğrafyayı,
kenti, yeri sadece mimarlığın gözlüğüyle anlamak olamaz. Dolayısıyla amacımız
farklı disiplinlerden, dünyalardan bakabilmek.
Gezilerde, ‘modernleşme’
anahtar bir sözcük. Onun hemen yanına metropolleşme, küreselleşme kavramlarını
da ekleyebiliriz. Modernleşme, metropolleşme ve küreselleşmenin, üst kavramlar
olarak dünyayı aynılaştırma, tekleştirme eğilimleri olduğu yönünde bir algı var.
Bir yandan gerçekten de öyle. Bugün dünyanın başka yerindeki herhangi bir
metropole baksak, birçok şey bize tanıdık gelecektir. Küreselleşme dediğimiz
olgu, dünyada birçok şeyi aynı anda yan yana durur hale getiriyor. Burada
kaçırılmaması gereken şey, her coğrafyanın fiziki olarak bulunduğu yerle,
kültürle, alışkanlıkları ve tercihleriyle, kendi sosyo ekonomik yapılanmasıyla
özgünlükleri olduğu. Modernleşme dediğimiz üst kavram, bu özgünlükler içinde her
seferinde yeniden üretiliyor. Her coğrafi yere ait farklılıklar oluşuyor;
tezahürü değişiyor. Gerçekten bu kavramları anlamak istiyorsak, kapsayıcı bir
üst öğe olarak değil, mekana ve zamana değerek somutlaştığı yerlerdeki bu
farklılıklarla kendini tekrar nasıl ürettiğini görmek çok önemli. Benim açımdan
gezilerin en büyük motivasyonu, bu üst akademik bilgiyi, kendi akademik
birikimimi de hesaba katarak, yeniden yerinde üretmek, nasıl farklılaştığını
görmek. Üniversitede dört yıldır ‘modernleşme ve modernizm’ başlıklı bir ders
veriyorum. Öncelikle genel olarak bir modernleşme tarifi yapıp, sanatta ve
mimarlıkta ne anlama geldiği ve nasıl üretildiği, asıl mekanı olarak kentte
nasıl var olduğunu farklı dünya kentleri üzerinden okuyoruz. Akademik dünyanın
dışında bu derse paralel giden, Mekanar’ın olanak tanıdığı bir etkinlik oldu
benim için. Geziler dersi destekliyor, ders de gezileri.
MesutT: Modernizm, gezi programına nasıl bir
altlık oluşturdu?
Kent tercihlerimizde belirleyici oluyor. Şu
ana kadar sadece Amsterdam ve Londra’yı gezdik, ama gezeceğimizi düşündüğüm
diğer kentleri de göz önünde bulundurursak, kent tarihini, bazen 17. yüzyıla
kadar geri gitmekle beraber aslında maksimum 300 yılla sınırlıyoruz. Daha eskiye
bakmıyoruz. Faydalı da oluyor, çünkü bir kenti bir haftada anlayabilmek için bir
zaman ölçeğine ihtiyacımız var. Ayrıca gittiğimiz kentte nereyi nasıl
gezeceğimizi de netleştiriyor. Amsterdam, 11. yüzyılda kurulmuş bir kent ama 16.
– 17. yüzyıldan itibaren bu yapı daha net ortaya çıkmaya başlıyor. Bulunduğu
yerden dolayı kent, katman katman değil halka halka gelişmiş. Bunu çok rahat
okuyabiliyorsunuz, zaten kentin güzel tarafı da bu. Kent modernleşmesini bu
halkalar üzerinden sağlamış. Londra’da ise Thames Nehri başka bir kriter; kentin
coğrafyasını kuzey ve güney diye ikiye bölüyor. Daha doğrusal bir gelişim
görüyorsunuz. Bunlar basit yönlenmeler değil; modernleşmenin sunduğu mekansal
örgütlenmeyi etkileyen şeyler.
Foto:
Peabody Avenue Estate, 1875
MesutT: Katılımcılar bu üst ve
alt metinlerin ne kadar farkında? Diğer gezilere de katılmaları gibi bir
beklentiniz var mı?
Bu dolu dolu bir kent ve mimarlık gezisi.
Bir dersin de yan etkinliği gibi düşünürsek, yarı akademik bir niteliği var.
Oldukça sıkı bir mimarlık, kent tarihi, modernleşme bilgisi içeriyor. Amacımız,
bunu katılımcılara birebir verebilmek; zaten hazırlıklarımızı da buna göre
yapıyoruz. Bir kitapçık, haritalar üzerinde rotalar oluşturuyoruz. İnsanların,
gezilerden sonra düşünmelerini istiyorum. Fotoğraflar çekiliyor, tartışmalar
yapılıyor. Gelenlerden, eve döndükten sonra haritalarını açmalarını, çektikleri
fotoğrafları yanına koymalarını ve verdiğimiz kitapçıktaki bilgileri de göz
önünde bulundurarak yeniden kafalarında kurmalarını istiyorum. Hatta çok istekli
olanlara okuma tavsiyelerinde bulunuyorum; çünkü gördükten sonra okuduklarını
bir yerlere oturtmak daha kolay. Tabiî ki bu katılımcı profiliyle çok
bağlantılı. İki gezi üzerinden bir değerlendirme yaparsak, katılımcıların lisans
/ lisans üstü öğrencileri, akademisyenler, profesyonel mimarlar olduğunu
söyleyebiliriz. Hatta bir doktorumuz da vardı. Gezinin, mimar olmasa da kentle
ilgili olan birinin de keyif alabileceği bir yönü var. İlk gün, başlamadan ders
biçiminde bir sunum yapıyorum. Çünkü insanların kafalarında gezerken genel bir
hikaye olmasını istiyorum. Genel olduğu için sınırları çok belirsiz, içi
netleşmiş değil. Gezdikçe netleşen, bir yerlere oturan, büyük resmin hatlarının
daha belirgin görülebildiği bir süreç. Aslında bir sınıfı dört duvarı arasında
yapılan sıkıcı bir dersi, yılda bir kez yerinde vermek gibi düşünebiliriz. Bu,
gerçekten beni motive ediyor ve çok keyif veriyor.
MesutT:
Farklı ülkeler, farklı kentler, programın oluşturulması aşamasında bir farklılık
yaratıyor mu?
Doğal olarak her kentin kendi koşullarından gelen
durumları var. En basiti, kentin büyüklüğü bir sorun olabiliyor. Londra’nın
ölçeğiyle Amsterdam’ınki aynı değil. Gezilerde gördüğüm, yavaş yavaş gelişen,
oturan bir çerçeve var. Ama öyle bir kentle karşılaşırsınız ki, formatla ilgili
bambaşka kurgulara gidilmesi gerekebilir. Yine de gezilerin 3 temel ayağı
olduğunu söyleyebilirim: Kentsel planlama bölgeleri, yapılar ve son olarak
mimarlık ofis ve okul, çeşitli kurum ve vakıf ziyaretleri.
Foto:
London Metropolitan University Graduate Center, Daniel Libeskind,
2003
MesutT: Sıralama spontane mi gelişti? Oralardaki
festivallerle, bienallerle çakışması sizin tercihiniz mi?
Açıkca
söylemek gerekirse Amsterdam’ın seçilmesinin sebebi iyi bildiğim ve bu anlamda
kendimi daha rahat hissedeceğim bir kent olmasıydı. Aslında Londra ile
başlamalıydık. Çünkü Londra, konuştuğumuz kavramların, bütün bu modernleşme
hikayelerinin ilk doğduğu yer. Fabrika, işçi sınıfı, toplu konut, sınıfsal
mekansal ayrımlar gibi kavramların ilk yeşerdiği yer; dolayısıyla çok özel bir
yerde duruyor. Amsterdam’ı çok ilginç kılan şeylerden biri ise suyla kurduğu
ilişki. Bunun yaşama kültürüne ve mimarlığa yansımaları çok önemli. Bu anlamda
benim çok çok ilgimi çeken bir kent. Gezilerin festivallere denk gelmesi
konusuna gelince; bu tür pratik şeyleri gözetmek gerekiyor. Turist olmanın da
doğası, belirli bir süre için oradasınız ve dolayısıyla bazı şeyleri maksimize
etmeye çalışıyorsunuz.
MesutT: Bir mimar nasıl
geziyor?
Bir kere galiba mimarın mimar gibi gezmemesi gerekiyor.
Mimar gibi gezmemekten kastım şu: Sadece yapı ölçeğinde, sadece onun iç kurgusu
ya da estetiği ölçütleriyle gezmemek. Onun için sürekli modernleşme, kent
kavramlarını vurguluyorum. Bir gündelik hayat ölçeği ve yerle bağlantı kurmak
lazım. Yedi günlük bir gezide bu ne kadar mümkün olabilir bilmiyorum. Ama gezi
boyunca hep vurguladığım; bir yapıya sadace mimarlığın ya da mesleki formasyonun
sunduğu kısıtlılık içinde bakmamaya çalışmak. Sonuçta modernleşme ya da
küreselleşme dediğimiz kavramlar sadece mimarlığı ilgilendirmiyor. Bunlar,
sosyal bilimlerden siyasete ve ekonomiye, pek çok alanda ortaya çıkan olgular.
Tam da bu yüzden amacımız en dar anlamıyla mimar gibi gezmemek. Bir binanın, tüm
kenti gezerken orada olduğunu kavratmak; tam da gündelik hayat ölçeğini
yakalayabilmek; en azından bunun ipuçlarını vermek, hissettirmek.
Foto: MVRDV ofis ziyareti
MesutT: Mekanar
gezginleri bundan sonra hangi şehirleri görecek?
Seneye Paris
var. Paris, bilinçli bir tercih. Anlamanın doğası, karşıtlıkları ya da
benzerlikleri görmeyi gerektiriyor. Bu anlamda Paris ve Londra, iyi bir ikili.
Türk modernleşmesini anlatılırken hep İstanbul ve Ankara karşılaştırması
yapılır; tam da bu karşılaştırmanın bir benzeri başka bir ölçekte Londra ve
Paris için düşünülebilir. Elbette Paris tek başına kendi içinde okunabilir; ama
Paris’i seçmemizin bir nedeni de bu karşılaştırmayı yapabilmek. Londra’nın erken
modernleşme hikayesi, ilk olduğu için birçok özgünlüğü ve kendine has
durumlarını taşıyor. Haussmann’ın Paris’te 19. yüzyılda yapmış olduğu büyük
müdahaleler, örneğin bulvarlar Londra’da yok. ‘Güneşin batmadığı imparatorluk’
olarak nitelenen, bütün dünyanın ilk metropolü olarak, çok ilginç bir şekilde
bütün o metropollerde görmeye alışık olduğumuz büyük bulvarlar, bulvarların
bağlandığı büyük meydanlar, meydanların ortasında bir takım anıtsal yapılar
görülmez. Tam da Londra’yı gördükten sonra, bu durumun ilk gerçekleştiği kenti
görecek olmak bana çok ilginç geliyor.
Amsterdam, Londra, Paris’ten
bahsettik, sonrası için bunlara Barselona, Berlin’i de katabiliriz; bunlar,
modernleşme dediğimiz kavramın 18., 19. yüzyıllarda ilk çıktığı yerler. Aslında
hep Avrupa’dan bahsediyoruz; bu kentlere birinci kuşak modernleşme kentleri
diyebiliriz. Mekanar gezileri olarak bu ölçekte kalmamayı istiyoruz. Bütün bu
olgularla nasıl uğraşacağımızı, anlayacağımızı kavrayıp, sonrasında da başka
modernitelere kaymak gerekiyor. Uzakdoğu’da ya da Güney Amerika’da bambaşka
şeyler oluyor. Avrupa’nın hiç karşılaşmadığı, orada hiç ortaya çıkmamış
modernite olguları var. Bunları da yerinde kavramak lazım. Tokyo, Mumbai, Pekin,
Amerika… Örneğin Los Angales denilen kent hiçbir şeye benzemiyor; eğer
karşılaştırma yapılamayacak bir kent varsa, benim için bu Los Angeles’tir.
Avrupa’yla başlamak doğru, çünkü modernleşmenin doğduğu, başladığı yer; ama bu
kavrayışı başka coğrafyalara, başka bilgi düzeylerine sıçratmak lazım. Bunun da
olacağına inanıyorum.
Foto: Schouwburgplein, West 8
MesutT: Kente
dair disiplinler arası bir okumadan bahsediyoruz. Katılımcı profilinin de
bu doğrultuda çeşitlenmesi gibi bir isteğiniz var mı?
Çok
isterim, ama henüz olmadı. Mesleğin içinde öğrencisinden akademisyenine,
profesyoneline bir çeşitlilik var, ama henüz daha işin başındayız. Geçen yıl
beklediğimiz kontenjanın biraz altında kalmıştık, ama bu yıl bir süre sonra
kayıtları durdurmak zorunda kaldık. Gezilerde belirli bir sayıyı aşamayacağınız
çok net; maksimum 35 kişi olabilir. Katılımcılar şu an mimarlar ya da kent
planlamacılar düzeyinde. Ama pekala bir sosyolog ya da sanatçı da olabilir,
çünkü örneğin Londra’da ‘estate’lerin üretim sürecinde kraldan arazi
sahibine, yükleniciye kadar birçok sosyo ekonomik olgu var. Bu, mimar olmayan
pek çok kişinin de ilgisini çekebilecek bir alt yapı.
MesutT: Bu
geziler, başka formatlarda yan ürünlerle zenginleştirilip katılamayanların da
kullanımına açılabilir mi?
Mekanar’ın alt başlığı, ‘mimarlar
için disiplinler arası bilgi alanı”. Geziler, doğal olarak belirli bir
kontenjanla sınırlı. Gerçekten iyi bir şey yaptığımıza inanıyorum. Gezi
öncesinde, o kente bir ya da iki kez muhakkak gidiliyor, literatür
araştırılıyor, oradaki üniversiteler, kurumlar ve ofislerle temasa geçiliyor .
Gezi bir hafta sürüyor, ama hazırlığı en az bir sene öncesinden başlıyor. Bu
yoğun çalışmanın 35 kişiyle sınırlı kalmaması lazım. Mekanar’ın imkanlarını bu
anlamda değerlendiriyoruz. Amsterdam gezisiyle ilgili yazılar yayınlandı, Londra
gezisiyle ilgili olanlarsa hazırlanıyor. Ama yeterli değil. Bunu nasıl
çoğaltabileceğimizi ben de düşünüyorum. Bunun bir yolu, bir rehber kitap
olabilir. Mimarlık rehberleri genelde kent üzerine genel bir yorum yapıp, tek
tek yapılara yoğunlaşıyorlar. Başından beri konuştuğumuz olguların da
yansıyabileceği, gündelik yaşama dair ipuçları da olan, sadece gezerken
yanınızda bulunduracağınız değil ama kütüphanenize de koyabileceğiniz bir kitap-
rehber üzerine çalışıyoruz..
Beni daha da heyecanlandıran
kısmıysa, dört yıldır vermekte olduğum ders. Gezilerle benim de kente bakışım
değişiyor. Bir akademisyen olarak buradan yola çıkan bir kitap yazmak ilginç ve
çok faydalı olacaktır.
Foto:
Wozoco Building, MVRDV
MesutT: Organizasyonun mutfağında kimler var?
Hem
Mekanar ekibinden hem de deneyimlerinden, bilgilerinden yararlanabileceğimiz
dışarıdan kişiler olabiliyor. Örneğin gezinin ikinci danışmanı İlke Tekin altı
ay önce Erasmus programıyla zaten İngiltere’deydi; o açıdan bizim için çok çok
faydalı oldu. Sait Ali Köknar zaten oradaydı. Gittiğimiz yerlerde muhakkak
birileri oluyor ve bize katılıyorlar. Londra gezisi, daha çok benim ve İlke’nin
kurduğu bir yapıydı. Daha önce Londra’da bulunmuştum ama sonuçta orada yaşamak
farklı bir şey. Bu anlamda İlke’nin ve Sait Ali’nin katkıları çok
önemliydi.
Geziler her zaman benim ya da bu ekip üzerinden kurulacak
diye bir şey söz konusu değil. Özellikle ölçeği Avrupa’nın dışına
çıkardığımızda, bu konuda bir takım eş danışmanlar, yardımcılar, oralarda
yaşamış ve tam da bizim baktığımız gibi bakan insanlar da kurgunun bir parçası
olacaklar. Çünkü bu, tek bir insan işi değil.