"Öyle olsaydı, korumayı öne çıkarmak gerekirdi" diyen Oğuz Kurdoğlu; 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya nüfusunun kullandığı suyun yönetiminde çok uluslu özel şirketlerin etkinliğinin arttığını, Türkiye'nin de uluslararası süreçlerin bir parçası haline getirilmeye çalışıldığını söylüyor. Ekoloji Kampı kapsamında Arhavi Kamilet Vadisi'ne yapılan ve vadideki HES karşıtı mücadeleyi yerinde görme amacını taşıyan gezide 'Yok Etmenin Türkçesi: Hidro Elektrik Santrali' başlıklı bir sunum gerçekleştiren Kurdoğlu, çevre mevzuatının yapılan düzenlemelerle korumaya karşı bir pozisyona getirildiğini belirtiyor. HES'lerin ekosisteme etkilerini, yol, tünel, kanal, regülatör, yükleme havuzu, santral gibi inşaat faaliyetlerinin doğurduğu etkiler ile inşaat sonrası oluşacak çevresel problemler çerçevesinde özetleyen Kurdoğlu; projelerin habitatların parçalanmasına neden olduğunu, derelere doldurulan hafriyatların heyelan ve taşkın riskini de beraberinde getirdiğini sözlerine ekliyor.
Türkiye’nin bir su yönetimi stratejisi var mıdır? Enerji politikaları bu strateji içinde nerede duruyor?
Hayır, Türkiye’nin böyle bir stratejisi yok. Aslında strateji, politika başlığının altında, uygulamaya yönelik bir konudur; ama henüz gerçek anlamda bir politika oluşturulmuş değil. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya nüfusunun kullandığı suyun yönetiminde çok uluslu özel şirketlerin etkinliğinin arttığını görüyoruz; Türkiye de bu anlamda uluslararası süreçlerin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor. Ülkemizde strateji vs aramayın; hele suyla ilgili hiç yok. Öyle olsa, korumayı öne çıkarmak lazım; o zaman da bundan fayda bekleyen kimse bunu sağlayamaz.
Türkiye’de HES’ler nasıl oldu da enerji sektörü için bir sihirli değnek haline geldi?
Enerji için HES’ler kategorik olarak karşı çıkılacak yapılar değil; belki de en makul yapılardan biri. Bir zamanlar ben ve birkaç arkadaşım, HES’leri termik santrallere alternatif olarak önerdik. Ama en az ekolojik tahribata neden olacak bir mekanda ve en az zarar verecek çevre dostu inşaat metodları kullanılmak şartıyla. Bu maliyetleri artırabilir, ama verimliliği de artırır; ancak ekolojik yatırımlar uzun vadede ekonomik olabilir. HES'ler, 1994’lerde planlandığı sayılarda yapılırsa, ekosisteme çok fazla yük getirmeyebilir. O planlamaya göre de örneğin Artvin’de olması gereken HES miktarı, şu anda yapılması planlananın beşte 1’i.
Yapılan projelerin çoğunun amacı, maliyetleri minimalize ederek karı maksimize etmek ve birkaç katı fiyatla başkasına satmak. Doğrudan kar amacıyla yaptığınız her şeyin, depremde yıkılan binaları düşünün örneğin, sonu fiyasko olacaktır. Madencilik sektöründe de aynı durumdan söz edebiliriz. Inmet Mining, Papua Yeni Gine’de yüzde 40 devlet payı verirken, Türkiye’de yüzde 2 ödeyecek ve bunu da kendi belirlediği toplam rezerv üzerinden yapacak. Bu çok inandırıcı gelmiyor insana. HES konusuna dönersek; evet, enerjiye ihtiyaç olabilir. Ama unutulmaması gereken bir şey var; insanoğlu son 50 yıla kadar enerjisiz geldi, ama bundan sonrasını enerji için yok ediyor. Bunu birileri değerlendirsin.
Sizce HES yatırımlarının gerekçesi olarak ortaya konan argümanlar ne kadar gerçekçi?
HES'lerle birlikte, enerji için yurtdışına ödediğimiz paralardan 25 milyar dolar tasarruf edeceğimiz söyleniyordu; bu rakam daha sonra 15 milyar dolar olarak revize edildi; demek ki argümanlar çok değişken. 2,5 milyar ağaç diktik denilmişti; oysa toplam 10 yılda üretilen ağaç miktarı 2 milyar. Hesaplarsanız, 2,5 milyar ağaç aşağı yukarı 400 bin hektar alan anlamına geliyor; ama o kadar ağaçlandırma yapılmamış. Enerjiye harcanan 25 milyar dolar ya da 15 milyar dolar memlekette kalacak diyen Bakanın rakamlarını çarpıp böldüğünüz zaman, bütün enerjinin yüzde 10’una karşılık geliyor. Ama bunun için 15 yıl sonra da yağışların bu seviyede olması gerekiyor. Oysa yağışlarımız da düşüyor, suyumuz azalıyor. Ben Temmuz ayında okula giderken tepeler hep karlı olurdu; ama artık öyle değil. İklim değişiyor ve insanlar da bu değişimi hızlandırıyor. Toplam yağış miktarında değişiklik yok gibi görünüyor; ama o yağışın düşme zamanı değişiyor, bir afet oluyor.
Suyun ticaretleştirilmesinde HES’ler nasıl bir işlev görüyor?
Doğrudan kullanım hakkı alınması, bir ticarileşmedir. Roma Hukuku’nda, Mecelle’de, Hamurabi’de, Medeni Kanun’da, su ve orman birbirinin ‘mütemmim cüz’üdür; sadece onlar değil, buzullar ve dağlar da toplumun ortak mallarıdır. Selçukulular, Osmanlılardan bu yana yaylalar da öyledir; özel mülkiyete geçirilemezler. Ama şimdi yaylalar belediyelere bağlanıp, imara açılıp satılmak isteniyor; bu yollar ne için yapılıyor sanıyorsunuz? Ama işte o zaman bittik biz. Çünkü siz daha şehirlerde çöpleri toplayamıyor ve arıtma yapamıyorken, bu şehir hayatını 2 bin 500 metrelere çıkardığınız zaman, oradan aşağısı çöplük haline gelecektir. Yaylalarda şu an mevcut çöpleri toplayamıyoruz.
Çevre mevzuatımız ne işe yarıyor o halde? Mevzuatta yapılmak istenen değişiklikleri nasıl yorumlamak gerek?
Şu andaki değişikliklerin hepsinin korumanın aleyhine olduğunu söyleyebiliriz. Tabiatı Koruma (ma) Yasası çok ciddi bir yasa; onun bir ‘ma’sını eklemeyi unutmuşlar, ben ekleyeyim. Bu yasa, Türkiye’nin şu ana kadar doğayı katletmek için çıkardığı yasaların içinde en kötüsü. Umarım hükümetin güçlü isimleri bunu algılayabilir.
Yüzde 10'luk 'can suyu' bir kurtarıcı gibi sunuluyor. Yüzde 10 can suyu olmak için yeterli mi?
2009'da bir düzenleme yapılarak can suyu (telafi suyu) son 10 yıllık ortalama akımın yüzde 10'u olarak belirlendi. Bu oran, bazı yerlerde biraz daha artırıldı. Oysa birkaç yıl öncesinde suyun tamamı alınabiliyordu; ilk 200 HES projesi, yüzde 1 cansuyu hesabı ile imzalanmıştı. Yüzde 10’la derelerdeki canlılar ancak can çekişebilir; bu nedenle ben ona ‘can çekişme suyu’ diyorum. Bu, sınıflamada da 'kötü ekosistem' sınıfını temsil eden bir su miktarıdır. Doğu Karadeniz’de 4 milli park, tabiat koruma alanları, yaban hayatı koruma sahaları var; bölgeye, uluslararası birçok statü verilmiş… Bu, “Benim ekosistemim çok kıymetlidir” anlamına gelir. Bir de üstelik, yayla / eko turizmi koridoru demişsiniz. Demek ki burada bozulmamış doğal sistemler var. Dolayısıyla bu alana kötü ekosistem sınıfı suyunu layık göremezsiniz. Çünkü o dereler buraların damarları ve siz o ‘mütemmim cüz’ü parçalamış oluyorsunuz.
HES'lerin önemli problemlerinden biri olarak da iletim hatlarını ve ulaşım yollarını gösteriyorsunuz.
İletim hatları, HES’lerin ÇED sürecine dahil bile değil. Zaten 25 megawatt’a kadar ÇED zorunluluğu da yok. Ama şirketler her ihtimale karşı yaptırıyor. Yollar ise HES’lerin en sakat ayağı. Bu dağlarda yolları daha iyi standartlarla yapmaya kalktığınız zaman da, maliyetler ikiye katlanır.