Santralistanbul kullanıcı ve ziyaretçileriyle buluştu ve
hızla faaliyete geçti. Bu yılın kent, mimarlık ve eğitim alanlarında, şüphesiz
çok merak edilen ve isminden oldukça fazla söz ettiren projesinin arkasındaki
önemli isimlerden biri olan İhsan Bilgin’e lisansüstü eğitiminin ne ve nasıl
olması gerektiğini, Bilgi Üniversitesi’nin bu konuda getireceği yenilikleri
sorduk ve Santralistanbul projesinin eğitim ve rekreasyon anlamındaki önemini
tartıştık. Bir kültür ve sanat odağı olması hedeflenen Santral için, bu anlamda
konulan büyük kitleli hedeflerin başarısını önümüzdeki senelerde hep birlikte
gözlemleyeceğiz.
“Türkiye’de 38-40 mimarlık okulunun tamamının akademik personel yetiştirme veya spesifik bir alanda uzmanlaştırmaya gitmesi marjinal bir durum.”
Mimarlık eğitimi içinde değerlendirdiğimizde sizce yüksek lisans eğitimi nasıl bir önem taşıyor ve nasıl bir yer teşkil ediyor?
Son çeyrek yüzyılda mimarlık eğitimi 19.yy’ın başında gerçekleşen kadar köklü bir değişime uğradı. Bunun teknolojik gelişmeler, dünyadaki ilişkilerin değişimi ve artması gibi pek çok nedeni var. Böylelikle lisans eğitimi, daha değerli, temel becerilerin edinildiği bir formasyon eğitimine, yüksek lisans eğitimi ise mimarlık ‘yapmak’ konusunda belirleyici olan ve meseleğe girişte kademe oluşturan bir eğitime dönüştü. Dolayısıyla lisans, meslek ögrenmeye başlamanın, lisansüstü ise bunu tamamlamanın aracı haline geldi. Aslında lisansüstü eğitimle de iş bitmiyor; yeni yasalara göre eğitimin tamamlanması mesleki yetkinlik olarak kabul görmüyor. Mutlaka pratik bir yeterlilikten geçmiş olmak gerekiyor. Bu noktada lisansütü eğitimi daha da önem kazanıyor. Aslında önemli ve çok geçerli bir durum daha var: Mimarlık pratiğini sürdürmek için mimarlığın lisans eğitimini almış olmak şart değil. Başka ve elbette meslek alanıyla ilişkili dallarda lisans eğitimi almış olanlar, kuşkusuz belli yeterlilik sınavlarından geçerek ve daha uzun bir süreci aşarak, lisansüstü eğitim alabiliyorlar ve bu mimarlık yapmak için yeterli olabiliyor. Dolayısıyla lisansüstü eğitimi artık bir kilit taşı haline geldi ve Türkiye bunu kavramakta çok gecikmiş gözüküyor.
Peki açtığınız bu ‘tek’ lisansüstü eğitimi ile nasıl bir boşluğu doldurduğunuzu düşünüyorsunuz?
İşte tam da bu açığı doldurmayı hedefliyoruz çünkü Türkiye’de mimarlık alanında lisansüstü eğitimi veren çok sayıda kurum var. 1970’lerden beri bu lisans ve lisansüstünü teşlik eden iki kademeli eğitim yapılıyor. Fakat ülkemizde görüyoruz ki her mimarlık kurumunun kendi içinde bir yüksek lisans açması şeklinde bir refleks gelişti. Bu, önce devlet okullarında başladı ve sonra vakıf okullarına sirayet etti. Lisans olarak düzenlenen bölümler kendi içlerinde eskiden kürsü, bugün ana bilim dalı olarak nitelendirdiğimiz uzmanlık alanlarına ayrılıyor ve bu öğrencinin ‘ne olması’ gerektiğine ilişkin bir veriyle değil hazır öğretim üyesi ve müfredatı ile bağlantılı olarak yapılanıyor. Yani öğrenci değil öğretim üyesi odaklı bir formasyon olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla Türkiye’de 38-40 mimarlık okulunun tamamının akademik personel yetiştirme veya spesifik bir alanda uzmanlaştırmaya gitmesi marjinal bir durumdu ve tabii ki büyük bir açık oluşturdu. Böylelikle pek çok ‘sözde’ uzmanlık oluştu, çünkü bunların pek çoğu teknik alanlar veya çok keskin bir bilgi alanına yönelmiyor ve genel içerikleri olan mimarlık alanları oluşturuyorlar.
Bahsettikleriniz aynı zamanda bilgi eksikliğinden mi kaynaklandı yoksa yalnızca öğretim görevlisi eksikliğinden mi?
Daha ziyade bir tür toplu tembellikten kaynaklandığı söylenebilir. En kolayına kaçılıyor, çünkü bir kürsü var, o kürsüdeki akademik personelin açabileceği dersler alt alta yazılıyor ve bir lisansüstü programı oluşturulduğu zannediliyor. Öğrenci ve ihtiyaç odaklı olmadığı için –şüphesiz iyi eğitim kurumları ve programları var – elbette bir şeyler öğreniliyor, fakat geriye yalnızca bir diploma kalıyor. Bilgi Üniversitesi’nde açmış olduğunuz programın Mimari Tasarım olarak isimlendirilmesinin sebebi tam olarak da bu ‘uzmanlıkta keskinlik’ ihtiyacı mı? Evet, tam olarak bu. Her ne kadar lisansüstünde ‘mimari tasarım’ adı bizim bulduğumuz bir şey olmasa da, diğer okullarda bu program bina bilgisi kürsüleri temelli oluyor ve öğretim üyeleri ona odaklı değiller. Zaten böyle durumlarda, asıl işleri lisans eğitimi olan öğretim üyeleri çok sayıda ders ve öğrenci ile uğraşırken lisansüstü eğitimini pek çok açıdan ihmal ediyorlar. Bu ihmal hem kurgusu –ilk baştaki şekillenişi – hem de işleyişinde karşımıza çıkıyor. Bu program, onu kuran ekibin bir-iki sene boyunca tüm bu eksiklikleri enine boyuna tartışması, tespit etmesi ve Columbia, Harvard, AA, ETH ve Delft gibi öncü kurumların birbirinden farklı modellerini inceleyerek yerine neyin konulabileceğini belirlemesi üzerine oluşturuldu. Bu sözünü ettiğim okulların da ortak noktasını oluşturan zaten öğretim görevlisi değil öğrenci ve problem odaklı eğitimler vermeleri ve mesleki yeterliliğin eşiğine getirmeleriydi. Sonuç olarak kendi kapasitemizi de ölçerek bu programı inşa ettik ve –en azından benim tanık olduğum tarihte – bir grup meslek adamının uzun vaadeli bir eğitim projesi için bir araya gelmesiyle bir ilki gerçekleştirdik. Aynı zamanda, Türkiye’de ilk gerçek ‘graduate school’u kuran bizler olduk. Aslında bir ‘graduate school’ ismini hak ediyorsa, tek bir programdan oluşmaz; alternatif programlarının olması gerekir. Biz öncelikle bu işin omurgasını oluşturmak istedik. Buna paralel olarak yakın zamanda daha az sayıda öğrencinin alındığı başka programlar düşünüyoruz. Biri şu an çalışmalarını yaptığımız ‘Landscape and Urbanism’ olarak karşılığını bulan bir konu. Bu defa tezli ve tezsiz olmak üzere iki program sunmayı planlıyoruz. Bir diğer aşamada akademisyen yetiştirmeye yönelik bir kuram ve kritik programı açmayı düşünüyoruz. Biraz daha kalabalık bir program olarak da yapım yönetimi açmayı hedefliyoruz. Böylelikle farklı dersleri ve tez hazırlama pratiklerini içeren ama yine de ortak dersleri olan beş-altı programlık bir örüntü oluşacak ve birbirlerinden ders almaları teşvik edilecek. Sonuç olarak yaklaşık yüz öğrencili ve otuz-otuzbeş hocalı bir lisansüstü okulu kurmaya çalışıyoruz.
Bu, fakülteleşmeye doğru gittiğiniz şeklinde yorumlanabilir mi? Türkiye’de, mevcut sistemde,
fakülteler lisans eğitimini yönlendirirken lisansüstü programları enstitülere
bağlı olarak işliyorlar. Dolayısıyla biz de şu an için fen bilimleri enstitüsüne
bağlıyız. Uzun vadede ise, bu bahsettiğim
çoklu yapılanma ile birlikte bir ‘tasarım bilimleri enstitüsü’ oluşturmayı planlıyoruz.
“‘Santral’i de yalnızca metaforik anlamda kullanmıyoruz; eskiden elektrik üretiliyordu, şimdi ise mimarlık üretilecek diyoruz”
Proje yürütücülerinizin hepsi Türk mimarlık pratiğinde belirgin simalar. Bu isimlerin sizin için bir seçim değil bir temel olduklarını ifade ettiniz. Varlıkları bu lisansüstü programına nasıl bir katkı sağlıyor, nasıl bir farklılık yaratıyor?
Sizin söyledikleriniz dışında bir de akademik tabanlı kadrosu var Bilgi’nin. Tansel Korkmaz, Sibel Bozdoğan, Murat Güvenç ve benim de içinde bulunduğum bir grup oluşturduk. Ancak proje yürütücülerimiz onu ciddi anlamda ayırd edilebilir kılıyorlar. Programımızın omurgasını oluşturan dönem projeleri sırasınca öğrenciler, Türkiye’nin büro sahibi öncü mimarlarıyla, neredeyse o büroların yardımcı mimarlarının sahip olduğundan fazla görüşme fırsatı yakalıyorlar. Üstelik bu görüşmeler, yalnızca pratik bir sorunun çözümü üzerine şekillenmiyor. Tüm bir dünya ve kent görüşü, mimarlığın sorun ve sorunsalları tartışılıyor. Bununla birlikte bu tartışmalar ortak bir proje üzerine değil, öğrencilerin kendi projeleri üzerine sürdürülüyor ve çok büyük bir fark yaratıyor. Atölyeler bizim için önemli fakat, kuramsal ağırlıklı derslerimizin sayısı Türkiye’deki diğer lisansüstü eğitimlerin içeriğindeki toplam ders sayısından daha fazla. Ve proje yürütücülerimiz özellikle o derslerde edinilen formasyonları devreye sokmaya çalışıyorlar. Atölyede sürdürülen tartışmalar da derslere konu oluyor. Böylelikle atölye ve kuramsal dersler arasında birbirini besleyen bir gerilim oluşuyor ve büyük oranda başarılı oluyor.
Bu sizlerin, tasarımcının nasıl yetişmesi gerektiğine ilişkin verdiğiniz bir karar, öyle değil mi?
Kesinlikle, bu programın konsepti bu. Anlatı ile pratiğin sürekli bir interaksiyon/etkileşim içinde olması amaçlanıyor. Genellikle atölyede konuşulması istenmez, “Konuşacağına çiz!” denilir. Bizde ise belki çizimden çok konuşma gerçekleşiyor, çünkü o düşünce akışını çok önemli buluyoruz. Örneğin geçen sene son jürimizde, öğrencilere ortalama birer saat bakıldı. Bu çok önemli bir deneyim, çünkü konuşma deneyimi, bir şeyi tartışma, enine boyuna düşünerek izah etme becerisi kazandırıyor.
Santral ortaya çıkışıyla birlikte bir kültür odağı haline geldi. Bu ortamdan eğitim anlamında başka kurumların mimarlık öğrencileri veya mimarlıkla ilgilenen insanlar da faydalanabilecekler mi?
Elbette, bizim öğrencilerimizden farklı bir anlamda olsa da bu kampüsten tüm mimarlık öğrencileri değişik katmanlarda yararlanabilecek. Bir çok workshop yapıyoruz. Örneğin Eylül ayında bir workshop ilan edeceğiz ve buna 10 tane Bilgi öğrencisi ve 20 kadar dışarıdan öğrenci kabul edeceğiz. Bunun dışında burada pek çok konferans düzenleyeceğiz. Aynı anda 3 galerimizde farklı sergilerimiz olacak. Ayrıca bir müze binamız mevcut. Bununla birlikte, bir şeyler üretmek isteyenler için de açık bir ortam olacak Santralistanbul. Çünkü Ankara’daki Milli Kütüphane’nin işlevini bir anlamda yükleyeceğimiz, içinde 150-200.000 civarında kitap barındırmasını hedeflediğimiz bir kütüphanemiz var. Bu kütüphanede de yalnızca uzmanlık kitapları bulunmayacak. Ne de olsa burada yalnızca mimarlık değil, görsel iletişim tasarımı, sinema, sahne sanatları bölümlerini de Santralistanbul’a taşıyacağız. Büyük çaplı stüdyolarımızda çekimler olacak. Buradaki bilgi ve üretim ortamına katkıda bulunmak isteyenler için de belli mercilerle bağlantıya geçerek formel eğitim kanallarıyla olmasa da burada bulunmak mümkün olabilecek. Bunlar bizim örgütlediklerimiz; bir de bizim elimizle gerçekleşmeyen şeyler olacak. Derdimiz gençlerin, orta yaşlıların, herkesin rekreasyon amacıyla buraya gelmesi. Bahçemizde farklı fasiliteler olacak; bir jazz club, bir restaurant konumlanacak. Böylelikle insanların iş çıkışında gelmesini, bir kahve içmesini, yemek yemesini, 11-12’ye kadar burada zaman geçirmesini istiyoruz, çünkü burası bir okul değil. İçinde okulun da olduğu bir sergileme ve üretim mekanı. ‘Santral’i de yalnızca metaforik anlamda kullanmıyoruz; eskiden elektrik üretiliyordu, şimdi ise mimarlık üretilecek diyoruz.
Ülkemizde mimarlığn kamusallaşması anlamında Santralistanbul önemli bir rol üstelenebilir gibi gözüküyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle katılıyorum. Öncelikle kütüphanemiz gibi, burada konumlanacak olan kapsamlı sergiler herkese açık olacak. Çevre halkında da benzer bir etkileşim bekliyoruz. Burada yaşayan kesimi sergiler, kültürel aktiviteler birinci elden çekmez; ama bir park çeker. Buradaki müze de kütüphane de, parkın içinde yapılar. Onlar varlar diye etraflarında bir park oluşturulmadı. Böyle düşündüğümüzde epeyce başarılı olabilir gözüküyor.