İki Şehrin Hikâyesi



İstanbul, nüfusunun çeşitliliği ve yoğunluğu, günlük yaşamının karmaşası ve hareketliliği gibi nedenlerle sık sık karşılaştırılır New York kentinin gökdelenleriyle ünlü Manhattan bölgesiyle. Hatta Türkçe'nin o meşhur esnekliği, ses veya uurgu değiştirerek yeni/yeni anlamlı kelimeler üretilebilme özelliğinden de yararlanılarak bu karşılaştırmalara açıkça atıfta bulunan o kilometre, bol gökdelenli, çok güvenlikli, gıcır gıcır sitelerimiz bile var!

Var, olmasına da... İstanbul gibi yüzyıllar boyu büyük medeniyetlere başkentlik yapmış, tarihi ve kültürel değerleriyle göz doldurarak gündemde kalmış bir kenti, "küreselleşme sürecinde yarışabilmesi" gibi bir nedenle New York, Kaliforniya ya da Frankfurt'a benzetme çabasını ortaya çıkaran yanılsama nereden gelir? Yoksa "küresel kent" demek, "tek tip kent" mi demektir?

"İki şehir"den kasıt, Charles Dickens'ın kitabında bahsettiği gibi farklı coğrafya ve kültürlerde vuku bulan bir var olma mücadelesi değil, tek bir coğrafyada, yüzyıllarca iç içe yaşamış kimliklerin, dikey doğrultuda ve fakat tamamen farklı yönlerde seyir eden var olma çabalarıdır. Bir zamanlar "taşı toprağı altın" diye bilinen İstanbul'un son zamanlarda gökyüzüne yakın kısımları daha bir değere binmiş, ülkemizin ve dünyanın, isimleri en prestijli dergilerin yıllık olarak belirlediği listelerden düşmeyen ünlü inşaat ve mimarlık şirketleri, kentin bulutlarına değebilmek için birbirleriyle yarışır olmuş, "kim en yüksek binayı dikecek?" konulu çocukça yarışmanın üstünü ise "2010 Avrupa Kültür Başkenti", "küresel kent" gibi kavramların süslü örtüsüyle kapatarak kente hizmet eder görünmeye başlamışlardır. Tabii bunların yanında, söz konusu kavramların gerekliliklerini, kendilerini daha prestijli listelere yerleştirecek gökdelenlerin önünü açması muhtemel her türlü söylemle geliştirmeyi de ihmal etmemişlerdir.

Tarihle alay etmek
Küresel kent kavramını New York ya da Tokyo gibi kentlerle özdeşleştirip, bu kentlerin kendi dokularına ait yapıları alarak İstanbul'un şahsına münhasır coğrafyası ve kentsel dokusuna monte etme çabasının küreselleşme ile ilişkisini anlamlandırmak oldukça güç. Özgün Türk kültürünü yansıtması açısından bu kentsel yamaların üzerlerine bir de Dubai Towers projesinde gördüğümüz gibi oryantal şekiller, gizliden gizliye güzelim Halic'in hemen kenarına eklenmeye çalışılan Oriental Lounge İstanbul'da olduğu gibi "et döner" olduğu iddia edilen mimari figürler kondurmak ise büsbütün kentin yüzlerce yıllık tarihi ile alay etmekten öteye gidemiyor. Küresel kent İstanbul'u, gelişecek olan fınans sektörünün gücünü gösterecek, göklere kadar uzanan, aşağıya bakıldığında kendinden başka her şeyi minicik gösteren ultra lüks ofis katlarını, rezidanslari; ve kente "akacak" olan turisti karşılamaya yetecek kadar çok sayıda ve kalitede otel odaları, lüks restoran, kafe, bar, gece kulüplerini de içerecek kadar yüksek katlı, biraz fazla süslü, biraz fazla abartılı, fazla Amerikanvari, biraz da fazla soğuk, ezici, yorucu, bozucu yapılarla doldurmak gerçekten şart mı?

İmitasyon süreci
İstanbul'a Boğaz'ın kıyısından şöyle bir bakmak yeter aslında tüm bu, kenti boyuna çekiştirme çabası içinde kente özgü değerlerin, kentin kendi kanını yaratan insanların, iklimin, coğrafyanın üzerine basarak iki yandan yükselen yığınların ağırlığını kaldıramadığını ve aslında kaldırması da gerekmediğini anlamaya... Gelişme, büyüme, yarışma etiketlerinin kenti yüzyıllar önce savaşlardan, yağmalardan korunmak için yapılan surların tam çeperinden sarmalayıp kenti boğmaya başladığını görmeye... Ve hem yerin/denizin altında, hem yerin/denizin üstünde var olan ve İstanbul'u 2000'li yıllara, uğrunda hâlâ savaşlar verilen bir kent olarak taşıyan özünü gün yüzüne çıkarmak yerine, sadece başka kentlere çok yakıştığı için her yapının imi-tasyonunu, İstanbul'a takıştırmaya çalışmanın kentin hem değerini, hem var oluşunu zedelediğini fark etmeye...

Kenti kent yapanlar
Bugün yine İstanbul'da, vapurdan Üsküdar'a doğru bakınca, karşıda bu kenti İstanbul yapan şeylerden birini, bir "kule"yi görürsünüz, İstanbul'un ilk kulesi, Kız Kulesi'ni. Kentin Osmanlı öncesi coğrafyasında kendine "kule" olarak yer bulmuş bir sanat eserini... Sirke-ci'ye dönünce, dillere destan, bir minaresinin, bir kubbesinin, bir mozaiğinin yapımında dahi çalışabilmek için kilometrelerce yol kat etmiş mimarların, sanatkârların ellerinden çıkmış cami, köprü ve saraylar; Karaköy'e doğru göz atıldığında ise, neyse ki bir tepe üzerine kurulu olduğundan çevresindeki binaların arasından halen minaresi (hani o, Hezarfen Ahmet Çelebi'nin kendini kanatlarıyla boşluğa, süzülmeye bıraktığı anlatılagelen minaresi) gözüken Galata Kulesi seçilir. Diğer yana dönüp baktığı-nızdaysa, ötede, neden ve nerede olduğunun henüz ayrımına varamamış, Galata Kulesi'nin tepesinden arkaya doğru, ruhsuz, cansız, renksiz uzanan ikinci bir şehir, yabancı bir düş görürsünüz. İstanbul'un kulağına takılmış sahte bir küpe, gereksiz bir süs ama onu takınması gerektiği öyle çok söylenmiş ki artık benimsemeye çalıştığı bir ağırlık gibi.

Güneş ve buz
Şu anda bu kente uzaktan bakarsanız iki ayrı kent görürsünüz: Biri bir buz kalıbı gibi yükselirken diğeri bir sonbahar güneşi gibi batar. Biri başka kentlerin aynadaki aksini, kendisi sanırken, diğeri kendini, kendi içine gömer. İki şehrin birinde çocuklar yüksek camdan duvarların ardına hapsedilirken, diğerinin çocuklarıysa sokaklarda kaybolurlar. Ve yine birinde modern yapılar, tarihi doku yeniden canlandırılsın diye yok edilmeye çalışılırken, diğerinde tarihin kenarına, köşesine, üzerine, "sözde modernlik" denilen taklitleri boca edilir.

Bu kentin binlerce yıllık kimliği yok olmaya yüz tutmuşken, kent önce ikiye, sonra üçe, beşe sonra kim bilir kaça bölünerek herhangi bir kıyı kenti olmaya doğru giderken, küreselleşmenin gerektirdiklerinin bunlar olmadığını bilmek, buna kulak tıkamamak, göz yummamak; duymak, görmek, konuşmak, tartışmak; herhangi bir kentin, New York'un, Tokyo'nun, Londra'nın ya da başka bir yerin değil, İstanbul'un varlığının, ihtiyaç duyduklarının ve kesinlikle ihtiyaç duymadıklarının farkına vararak içinde bulunulan süreci yaşamak ve bu kenti içiyle, dışıyla, taşıyla toprağıyla, doğusu batısı, dünü bugünü yarınıyla ayrı tutmamak, birlikte yaşatmak şart. Farkında olmak lazım...