İşçi Ölümleri



Tuzla tersanelerindeki işçi ölümleri Şubat'ta da gündemde. En son ölen işçinin adı Mikail Kavak ve yaşı 25. Tersanesi, 3 Eylül'de bir başka işçinin, yine elektrik çarpması sonucu yaşamını yitirdiği bir yer ve işyeri sahibi eski AKP milletvekili. Diğer ölümlü kazanın (geçen ay) yaşandığı tersane sahibi ise MHP milletvekili. Meclis'te, anayasası değiştirme şansı olan üç partiden ikisinin milletvekillerinin tersanelerinde işçi ölüyor. Tuzla, yıllarca Demirel'in yazlığının bulunduğu, İstanbul'un şirin kıyı ilçesi olarak bilindi. Çevre yolundan Tuzla sapağına girince ilk karşılaşılan manzara, hemen sağ tarafta su boyunca dizili tersaneler. Bir akşamüstü oradan geçerseniz, haftanın altı günü çalışan ve emeğinin karşılığını alamayan, çoğu sosyal haktan habersiz, iş güvencesi olmayan insan yığınıyla karşılaşırsınız.

İstanbul'un çoğu ilçesinde sizi bekleyen manzara da farklı değil aslında. Avrupa yakasında, eski Cibali Tekel Fabrikası yeni Kadir Has Üniversitesi'nin hemen arka sokağında, büyük şehirlerde giderek yaygınlaşan 'işçi barınma odalarıyla' karşılaşmak mümkün. Dışarıdan dükkan gibi görünen, koskoca camekana yaklaşınca birer battaniyeli ranzalarda dinlenmeye çekilmiş, günde 18 saat çalışıp her molada oralara uyumaya gelen günümüz kölelerinin yaşadığı yerler buralar. Bu insanların hiçbirinin sigortası, sözleşmesi vs. yok. Sendikal hak denen şeyi duymadıkları kesin ve milli gelirimizin ya da ihracatımızın her geçen gün arttığından da habersizler. Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde sıkça karşılaşılan, 19. yüzyılda kaleme alınmış sefalet romanlarını andıran ve insanı, cebinde yemek yiyecek parası olduğu için utandıran bu durum, 2008 Türkiyesi'nde, hani şu, "sosyal hakları anayasadan çıkarıp yasalarla güvence altına alalım, İsveç'te de öyle değil mi" cümlelerinin rahatlıkla sarf edildiği ülkede yaşanıyor.

Türkiye'de, 1500 civarında işkolunda yaklaşık 200 bin tersane işçisi var. Limter-İş Sendikası'nın raporlarına göre, çoğu taşeron firmalar (yaklaşık 565) tarafından çalıştırılıyor. İşveren, taşeron uygulamasının kaldırılmasına yanaşmıyor. Sendikalı işçiler işten atılıyor (Sendika'nın Başkan Vekili de dahil). Sendika'nın ve Bakanlığın raporlarında yer alan 'kazalar' listesinde şöyle başlıklar var: Gemi ambarına düşme, denize düşüp boğulma, vinçte sıkışma, elektrik çarpması, yanma, kesilme, cisim çarpması, sıkışma vs. Bu, kan donduran ifadeler 'insan' için kullanılıyor; istatistiksel bilgi şeklinde. İşverenlerden biri (MHP milletvekili olan), ölen işçilerden birinin adını, yaptırdığı 'tekneye', iki işçisinin adını da 'vinçlere' verdiğini ve 10 binde 3 olan ölüm oranının dünya ortalaması dolaylarında olduğunu buyurmuş. ILO verilerine göre bu oran Japonya'da da aynı; Çin, Tayvan ve Malezya'da ise 10 binde 10'lardaymış. Yani Malezya'dan iyi durumdayız anlayacağınız ve zaten Türkiye'nin hedefi de Malezya ve Tayvan'dan daha ileri bir ülke olmak. Limter-İş'in altı ay önceki suç duyurusu takipsizlikle sonuçlanmış; son ölümden hemen önce. Bakan Çelik ise, bir süre önce tersane incelemesi yapmış ve alınan önlemleri 'yerinde' bulup beğenmişti. F tipi cezaevlerini çok beğenip hatta orada yatası gelen, Ankara'da lağım kokulu suları afiyetle içen, radyasyonlu çayları yudumlayan siyasetçiler gibi, alışık olduğumuz bir durum.

Kazanılan ve bahşedilen haklar

İşte sosyal hakların anayasal güvenceye bağlanması bu nedenle önemli; başka söze gerek var mı? Aylardır, yeni bir anayasa yapılacak mı/yapılmalı mı tartışması sürüyor. Şunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var: Anayasalarda yer alan ilkeler, yüzyıllarca süren mücadelenin sonucudur. Bu nedenledir ki, yazılı anayasa sistemini benimsemiş ülkeler, anayasa değişikliğini az ya da çok katı kurallara bağlamıştır. Değiştirmenin kolaylık, yani anayasanın esneklik derecesi, o metinde yer alan ilkelerin sahiplenilme derecesiyle ilgili. Sahiplenme ise, haklar için verilen mücadeleden ayrı düşünülemez. Örneğin yazılı anayasası olmayan İngiltere'nin anayasal sistemini oluşturan yazılı ya da göreneksel yasa ve kurallar, sıradan parlamento çoğunluklarının kararıyla değiştirilebilecekken, neredeyse kutsallık atfedilen temel ilke ve yönetim kurallarına dokunulmaz. Çünkü her hakkın arkasında büyük mücadeleler gizli. Türkiye'de ise, 1961 Anayasası ile tanınan, ancak pek talep etmeyen bir yurttaş kitlesine bahşedilen hakların bir kısmı on yıl sonra tırpanlanmış, 80 darbesinden sonra büyük ölçüde ortadan kaldırılabilmiştir. Bunun nedeni, hakları için savaşacak örgütlü bir kitlenin olmayışı, var olanın da maharetle ezilmesiydi.

Anayasa değişikliği yapanlar, parlamentoda ne denli 'çoğunlukta' olurlarsa olsunlar, toplumdaki güç dengesini hesaba katmak zorunda. Yani asıl hüner, geçici dengelerin tanıdığı kolaylığa, gücün hazzına aldanmayıp gelecekteki gelişmeleri hesaba katabilmek. Anayasayı kendi çıkarına göre değiştirmek isteyenler için en elverişli ortam (Mümtaz Soysal'ın yıllar önce haklılıkla vurguladığı gibi) 'karşı gücün dağıldığı' zamanlardır. Ancak yinelemek gerekirse, kolaycılığa kapılmak doğru değil. Bu çerçevede tartışılan, anayasanın uzunluğu ya da kısalığı meselesine gelince: Eğer emanet edilen yurttaş örgütlenmelerine, toplumsal güçlere güven duyulmuyorsa, sadece temel ilkelerle yetinmek anlamlı olmaz. Dolayısıyla sosyal/sendikal haklar gibi yaşamsal konularda, program niteliği de olan bir anayasa yapmak dururken, söz konusu hakları, kimileri tersane sahibi olan ve sendikalı işçi atan yasa yapıcının keyfine bırakmak, ülkenin geleceği açısından hiç de akıllıca değil.
Tersanelerinde, her türlü haktan mahrum gencecik insanların öldüğü, yoksulluğun ve beraberinde getirdiği sorunların giderek arttığı bir ülkede, sosyal hakların güvenceye alınmadığı bir anayasa değişikliğine şiddetle karşı çıkılmalı. Akıl da, eğer kaldıysa vicdan da bunu söyler.

MURAT SEVİNÇ: Dr., Mekteb-i Mülkiye