İstanbul, Bir Kültür Başkenti



Paris’in seçkin sergi mekânlarından Grand Palais şimdiye dek yedi düvelden kim bilir kaç büyük sanat eserini, kaç büyük ressamı ağırladı. Ama herhalde burada açılan sergilerden hiçbiri buzul çağından başlayıp günümüze uzanan tarihiyle, barındırdığı uygarlıklarla, insanıyla, sanat yapıtıyla bir kenti böylesine kapsamlı bir şekilde ortaya koymamıştı.

Fransa’da Türkiye Mevsimi nedeniyle 29 Ocak 2010’a kadar sürecek olan “Bizans’tan İstanbul’a: İki Kıtanın Limanı” sergisi ekranda izlenen İstanbul’un buzul çağındaki coğrafi oluşumuyla başlıyor. Loş salonlarda ilerledikçe tarih öncesi çağlardaki İstanbul yerleşimleri, arkaik, helenistik ve Roma dönemleri birbirini izliyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nden parçaların ağırlıkta olduğu bu bölümde öncelikle İzmit’te, Silivri’de ve Silahtarağa’da bulunan yapıtlar yer almış. Bunlar arasında özellikle İzmit’ten çıkmış olan, birinin üstünde Herakles’in yer aldığı altın takılar ile şimdi Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun’dan kopmuş yılan kafalarından biri göz kamaştırıyor.

Bizans dönemine geçildiğinde dünyanın en seçkin müzelerinden ve kitaplıklarından gelen eserler kendini göstermeye başlıyor. Kente bir zamanlar adını vermiş olan İmparator Konstantin’in bronz büstü Belgrat’tan, Theodosius kafası Louvre Müzesi’nden gelmiş. Yalnızca Bizans dönemine değil, tüm sergiye katkısı olan kurumların saymakla bitmeyeceği böylece anlaşılıyor.

Fatih Sultan Mehmet’in Bizans’ın sonunu belirleyen, çağ değiştiren fethi sırasında Konstantinopolis’in hali de yansıtılmış. Bu bölümde Fatih kenti kuşatırken Venedikli bir casusun yaptığı Rumelihisarı çizimi şaşırtıcı güzellikte. Milano’daki Trivulziona Kitaplığı’ndan getirilen bu deftercik ve üstündeki tasvir kendi başına koca bir camekâna kurulmuş, hayretli bakışlarla çevrelenmiş. İki adım ötede yine Fatih’in Haliç’i kapatmak için kullandığı devasa zincirden bir parça yer alıyor.

Zincirin önünde durulduğunda sarayın üst katından bir kilise korosunun sesi geliyor. Soylu merdivenler serginin şaşırtıcı, hatta insanın ayağını yerden kesen bir gösterisine açılıyor: Büyük Saray’ın kubbelerinden birine Bizans ve Osmanlı yapıtlarının kubbe süslemeleri birbiri ardına yansımaya başlıyor. Bizans yapıtlarına kilise korosu eşlik ederken cami kubbelerine tatlı bir saray musikisi döşenmiş. Aya Soyfa, Aya İrini, Kariye, Süleymaniye Camisi, Yeni Cami, Sultanahmet Camii, Ortaköy Camii ve daha nicelerine ait kubbeler tepenizde bir dakika kadar kalıyor, sonra yerini bir sonraki alıyor.

Derken Osmanlı başlıyor. Bellini’nin Fatih portresi her ne kadar loş bir köşede olsa da çarpıcı. Daha da çarpıcı olan şehzadelik döneminde Fatih’in içine karakalem portreler çizdiği ve tahta geçince tuğrasının nasıl olacağını tasarladığı defteri. Brüksel’den, Belçika Kraliyet Kitaplığı’ndan gelmiş olan, Pieter C. Van Aelst’in 1533’te yaptığı gravürün önünde de bitmeyen bir kuyruk var. Ahşap üstüne yapılmış beş metreye yakın uzunluktaki bu çalışmada cenazeden düğünlere kadar Osmanlı yaşamından sahneler yer alıyor ve ayrıntıları inanılmaz güzel. Ardından Matrakçı Nasuh ile Levni başta olmak üzere minyatür üstatlarının eserleri bir bir sergileniyor. Viyana’daki Kunsthistorisches Müzesi’nden getirilen ve Tiziano Vecellio’nun 1530 civarında yaptığı sanılan portresinde Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman gencecik.

Serginin sonuna doğru Mıgırdıç Melkonyan, Mihran İranian, Konstantin Kapıdağlı gibi Osmanlı döneminin azınlık sanatçılarından yapıtlar, Rum ve Ermeni azınlığın yaşamına ilişkin parçalar yer alıyor.

Sergi 20. yüzyıl başları ve günümüz İstanbul’undan devasa fotoğrafların yansıtıldığı bir salonda bitecek gibi görünüyor ama, hayır, bitmiyor. Marmaray çalışmaları sırasında ortaya çıkan o görkemli limandaki buluntular, sergiyi gezenleri bir kez daha şaşırtıyor.

Başta Nazan Ölçer olmak üzere sergiyi hazırlayanlar kadar Edhem Eldem yönetiminde kataloğu yapanlar da bu zorlu işin altından keyifle kalkmışlar.