Söyleşi önerisi değerli Emine Çaykara'dan geldi: İstanbul'u gözlemlerim
çerçevesinde anlatacaktım. Söyleşi için ad aramaya başladık. Birkaç gün sonra
İzmir Kitap Fuarı'ndaydım; Şengül ve Kübra Hanımlar "İstanbul'u hep yazıyorsunuz
ama, kendi İstanbul maceranızı pek yazmadınız" dediler.
İstanbul maceram Kadıköyü'nde, Bahariye Caddesi'ndeki Geren Apartımanı'nda
başlıyor. Bunu yazdım. Şimdiyse, Bahariye Caddesi'ni, Kadife Sokak'ı, Şifa'yı en
uzak anılar, sisler ortasında hatırlıyorum. Çünkü oraları çok değişti. Moda
da değişti, Fenerbahçe de değişti.
Benim ve ben yaştakilerin İstanbul macerası, belki de, sürekli 'değişen'
İstanbul'a tanıklık. Altmış yıla varan tanıklık.
Ziya Osman Saba'nın ölümünden sonra yayımlanmış güzel öykü kitabı Değişen
İstanbul. Bu adı, Yaşar Nabi Nayır takmış. Değişen İstanbul 1959 tarihini taşır.
O günlerde değişen neydi diye sorarsanız, Vatan Caddesi'ydi, şuydu buydu
derken, eski imparatorluk başkentindeki akıllara durgunluk verici yıkım
gayretleriydi.
Bireysel hikâyesi beni her zaman çok etkileyen ve çok üzen rahmetli Adnan
Menderes, sağduyulu kişilerin itirazlarına, hem de çığlık noktasına varmış
itirazlarına kulak asmayarak, İstanbul'un altını üstüne getiriyordu. Bu
itirazlar arasında Turgut Cansever, Reşat Ekrem Koçu, Peyami Safa ne kadar
önemli şeyler söylemişler; yazık ki umursanmamış.
İstanbul'un Osmanlı'dan kalma birçok tarihî yapısı o günlerde, o,
uğursuz istamlâk hareketinde gözden çıkarılacaktı. Oysa, Peyami Safa'nın -âdeta
'kurtarıcı' diyeceğim- bir teklifi varmış: Sur içi İstanbul'a dokunulmasın!
Şehir, dışa doğru büyüsün! Yıllar sonra, sayfaları sararmış Aydabir
dergisinde okumuştum.
Gerçi, Yaşar Nabi Değişen İstanbul derken, öz mimarisine kıyılmış İstanbul'u
çağrıştırmak istemiyordu herhalde. Ama, Ziya Osman Saba'nın hikâyelerindeki içli
yurtsama, bu şehirde insan ilişkilerinin epey değiştiğine işaret eder. Öz
mimarisi git git yoksullaşan şehir, öz insan ilişkilerinden de -besbelli- yoksun
kalacaktı.
Yahya Kemal'in bazı şiirleriyle Orhan Kemal'in bazı romanları, öyküleri beş
aşağı beş yukarı aynı semtleri dile getirir. Ne var ki, aynı insanlar karşımıza
çıkmaz artık. Orhan Kemal'in Avare Mustafa'sı 'sınıf atlama dünyası'nda
ufalanacaktır...
Oysa, çocukluğumdan hatırladığım İstanbul'da bunları ayırt etmek, bizim gibi
sıradan kişiler için hemen hemen imkânsızdı.
Kadıköyü'nden sonra Cihangir'e taşındık. Cihangir özel bir seçim, tercih
değildi. Babam Teknik Üniversite'de öğretim üyesi; Gümüşsuyu'na yakın olduğu
için Cihangir'e taşındık.
6-7 Eylül Olayları'nı Cihangir'deyken yaşadık. Bu cinnetten sonra azınlık
yurttaşlarımız İstanbul'u, doğup büyüdükleri yurdu -büyük çoğunluk- terk etmek
zorunda kaldılar. İstanbul maceramın acı sayfaları; çünkü, azınlık
yurttaşlarımızın ayrılışıyla birlikte İstanbul birçok rengini kaybediyordu.
Öteki İstanbullular sönen renklerin ayırtında mıydılar, bilmiyorum. Yıllar
içinde, zaman zaman konuşulur, "Tarih karar verecek" denirdi. Böylesi yargılar
için Peyami Safa'nın çok düşündürücü bir tespiti var:
"Hüküm veremediğimiz veya hüküm vermek istemediğimiz her meseleyi tarihe
havale ederiz. Eminim ki, şu cümleler, dünyanın hiçbir dilinde bizde olduğu
kadar çok kullanılmamıştır: 'Tarihe bırakalım, son hükmü o verecek.' Tarih
hüküm vermez. Hadiseleri ve onlar hakkında verilen hükümleri tarafsızca
kaydeder."
Gelgelelim değişen İstanbul konusunda her şey tarihe bırakılıyordu. Dahası,
İstanbul'un hızlı değişiminden çoğu kişi habersizdi. Gündelik hayat kendine özgü
hayhuyuyla sürüp gidiyordu. Yarım yüzyıl öncesinin o İstanbul'u neyi, neleri
yitirdiğinin bilincine varamamıştır.
Meselâ apartman hayatına dolu dizgin koşuluyordu. Bahçelik İstanbul, usul
usul, 'beton' İstanbul'a öyle öyle dönüştü. Apartman hayatı daha konforlu,
ekonomik ve daha 'şık' sayılıyordu. Ahşap mimari silinip giderken,
İstanbul'un bitki örtüsü de cılızlaştıkça cılızlaştı.
Çocukluğumun pek çok İstanbul plajı, yeniyetmeliğimden başlayarak, birer
ikişer göçtü. Denizin kirlendiği söyleniyordu ama, kirliliğin nelere yol açacağı
üzerinde durulmuyordu. Bir iki ciddi uyarı, gereksiz bilgiçlikler sanılmıştı.
Deniz yalnız kirlenmiyordu; yol uğruna, bir yandan da denizler
'dolduruluyordu'. Bu tuhaf eylem, sonunda, Dalan'ın 'kazıklı yol'uyla
noktalandı. Ya da, şimdilik noktalanmış görünüyor.
İstanbullular 'eşya' konusunda inanılmaz bir moda düşkünlüğü yaşadılar.
Meselâ, her biri paha biçilmez, resimlerle bezeli, göz alıcı 'İstanbul
tepsileri'; kapı önünden geçen satıcıların plastik bidonları, kovalarıyla
değiş tokuş edildi. Bizdeki iki tepsi de! Birinde Galata Kulesi'nin naif resmi,
diğerinde hanımböcekli çiçekler...
Cevizden, kirazdan,
gülağacından möbleler, sehpalar, masalar, etajerler, yirminci yüzyılın başından
kalma -bazıları elbette daha eski, fakat hepsi 'sapasağlam'- o hazine elden
çıkarılıyor; sevinç içinde 'formika'yla tanışılıyordu.
İstanbul'a özgü el sanatları, özellikle dantelalı, kanaviçeli perdeler,
örtüler, Beyoğlu'nun sanlı geçinen mefruşatçılarının kurbanı oldu. Zengin,
yoksul, her semtin yorgancısı kapısına kilit vuracaktı.
Değişmiş İstanbul, bir bakıma, yenilik hastalığına tutulmuştur. Hastalık
eskidir ve öyle anlaşılıyor ki, kolay kolay geçmeyecek. Sonra, yenilik
hastalığının güçlü savunması söz konusu: Ona karşı koymaya yeltenirseniz, size
'gerici' diyorlar.
Bu anlamda mükemmel bir gerici olarak, epeydir, günün İstanbul'unda dinazor
gibi yaşıyorum. Gökdelenlere, yeni yeni alışveriş merkezlerine, çağdaş
'konak'lara, 'rezidans'lara ürküntüyle bakakalan bir dinazor. Hem de, hepsinin
karşısında boyu bosu iyice küçülmüş, cüce dinazor...
Neyse ki, 'kendini koruyan' İstanbul var. İstanbul maceramda ona sığınmak iç
açıcı. Kendini koruyan İstanbul bazan edebiyatta, resimde, eski bir
fotoğrafta karşınıza çıkar. Bazan, daracık sokakta zamana direnebilmiş bir
çeşme, bazan önünden geçip gittiğiniz mezarlık, küçük semt camii, taa
Bizans'tan kalma ören, duvardan fışkırmış mor salkım bulutları, kır kahvesi,
bazan sadece baharlı akide şekeri ya da ansızın karşıma çıkan, kıpkırmızı ve
karanfil kokulu lohusa şekeri, kim bilir daha neler, bir türlü sona
erdiremediğimiz öz İstanbul'u söylüyor.
Belki Oktay Rifat'ın 1940'lardan dizeleri:
Bir odamız vardı etrafı sarmaşık Bostanlara bakan penceremiz