İstanbul veya İktidar Köprüleri




Siyaset her zaman büyük harfle yazılan ve devlet, parlamento, milletvekilleri, anayasa gibi kavramları içeren 'o' siyaset değildir. Belli bir ideolojiye göre siyaset her yerdedir ve her şeyi kapsar. Bazen 'mikropolitika' diye anılan bu yaklaşım, çoğu kez de makropolitikayı derinden etkiler. Gündelik siyaseti bu algılamayla yapmak ve bu oluşumu hazırlayan unsurlar üstünden giderek irdelemek, aslında çok daha heyecan vericidir ama güçlüğü nedeniyle çoğu kez ihmal edilir.

Oysa, nasıl şeytan ayrıntıda gizliyse gerçek politika da bu küçük kıvrım ve kırıntılarda yatar. Tıpkı İstanbul trafiği ve onu çözmek için getirilen yeni 3. köprü önerisi ve onun yeniden canlandırdığı tartışmalar gibi.

Bu yazıda, 1960'lardan beri çok tartışılan ve İstanbul Boğazı üstüne yapılan köprülerin, denebilirse sosyo-politik yanını ele almak istiyorum. Temel önermem, köprü politikalarının aslında büyük politikayı belirleyen büyük savaşın en önemli manevraları arasında olduğudur.

Köprüler ve modernleşme modelleri
Köprü tartışması gündeme 1960'ların ortasından başlayarak gelir. Dönemin Adalet Partisi iktidarı, Başbakan Süleyman Demirel aracılığıyla 1950'de başlatılan genel siyaset anlayışını devam ettiriyor. Bu siyaset, benim adlandırmamla aktif modernite öngörüsüne dayanıyor. Cumhuriyet rejiminin getirdiği ve kültürel, hukuksal düzeylerdeki modernleşmeyi öne alan pasif modernleşme modeline karşılık 1950 sonrasının siyasetleri, ekonomik, altyapısal ve dolayısıyla sosyolojik bir dönüştürümün ardındaydı. Birinci modelin dayandığı ve azınlıkta olan devlet ve siyaset elitlerine karşılık, bu iktidar, ittifak yaptığı büyük halk kitleleri ve özellikle de köylülük ile küçük burjuvaziyi bu yolla yanında, desteğinde tutacağına inanıyordu ki, doğru bir muhakemeydi.

Buna bağlı olarak, 1950 sonrası iktidarı, iyi hatırlanır bir biçimde ekonomik büyüme ve kalkınmaya dönük siyasetler izledi ve bu iktidar 1960'ta tarihe karıştı. 1965 iktidarı, devlet bürokrasisindeki teknokrat kariyerine 1950'yle birlikte başlamış yeni ve genç kadroların, 15 yıllık deneyimlerinden sonra, bu defa siyasetçi olarak yönetime gelmesiydi. Adları çok iyi bilinen Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal ve kardeşleri, Recai Kutan, Ekrem Ceyhun ve daha birçokları bu süreçte öne çıkmış isimlerdi. Bu kadro büyüme ve kalkınma politikalarını hem 1950'nin devamı olarak hem de dönemin konjonktürüne uygun bir biçimde uygulamaya koydu. (Mesela, ne okuduğu sorulunca Demirel, Roma Kulübü'nün yayınladığı 'Limits to Growth' başlıklı kitabı zikrediyordu.)

Bu hamlede önemli fakat ifade edilmeyen gerekçe şuydu: Söz konusu siyaset kendisini "muhafazakâr" olarak nitelendiriyordu. Muhafazakârlık, ne olduğu bugün de yeteri kadar bilinmeyen ve bana kalırsa hakiki haliyle Türkiye'de namevcut olan bu kavram, genel konvansiyonel düşüncede Cumhuriyet değerlerinin karşısında olmak şeklinde anlaşılıyordu. Bu da Cumhuriyetin dayandığı ve tarihsel bloğu oluşturan aydın-ordu-bürokrasi ittifakının tepkisini çekmek demekti.

Özellikle 1950 iktidarının bir askeri darbeyle devrilmesinin de etkisi altında, 1965 siyaseti, eğer geniş halk kesimlerini, kesintisiz olarak sürdürülen ekonomik nemalandırma poltikasıyla besleyebilirse, muhtemel tehditlere (ordu ve darbe) karşı bir hat oluşturacağına inanmıştı. Ayrıca bu siyasetçilerin çok büyük bir bölümünün taşra ve köylülük kökenli kesimlerin insanı olması farklı bir katalizördür.

Aynı düşüncenin 1950 iktidarında bulunmaması için bir neden yok. Bu doğrultuda DP, Türkiye'de çok küçük köylülükle kurulmuş bir ittfakın neticesinde kuvvetlenmişti. O arada da DP dönemi köylülüğün taşra burjuvasizine dönüşmesinin tarihidir. İzleyen AP iktidarı aynı kaygıları zaman zaman makro ekonomiyi bütün bütüne rayından çıkaran popülist politikalarla sürdürürken, taşra burjuvazisinin ithal ikameci metotlarla sanayi burjuvazisine dönüşmesi için gerekli zemini hazırlamıştı.

1980 sonrası ANAP-AKP köprüleri
Nihayet araya giren 1971 ve 1980 darbelerinden sonra iş başına gelen ve daha önceki dönemlerle mukayese edildiğinde tümüyle farklı bir sosyolojide tutunmaya çalışan ANAP iktidarı ise, temel olarak aynı politikalara yaslansa bile, önemli bir kayma meydana getirdi. Artık küçük köylülüğün ve tarımın uluorta desteklenmesi söz konusu değildi.

Güdülen neoliberal politikalar doğrultusunda hem ithal ikameci model ihracat güdümlü bir politikaya evrildi, hem küçük köylülüğün ve tarımın çözülüp metropolitan alana göçmesi tahrik edilip o bölgede yeni 'geçinme' metotları yaratmasına göz yumuldu hem de klasik bürokratik hakimiyetin kırılmasına çalışıldı.

Bugün başka bir noktada duruyoruz. Bulunduğumuz nokta geniş ölçüde 1990 sonrasının dinamiklerini taşıyor. O da şudur...

1950 sonrasının aktif modernleşme hamlesi aslında Türkiye'de kırsal alandan kentsel alana yönelen göçün tarihidir. Bu göç beraberinde malum merkez-çevre tartışmasını getirdi. Fakat o ikilik daha ziyade tarihsel-politiktir. Oysa bir de sosyolojik merkez-çevre söz konusudur. Metropolitan alan ve kırsal kesim. 1980 sonrasında hızla dönüşen budur. O tarihe kadar iyi kötü kontrol edilen çevreden merkeze kayış, 1980'lerden sonra çığrından çıktı. Bu defa merkezlerin içine gömülü bir çevre meydana geldi ki, bu yeni bir sosyolojiye tekabül eder. Bunu "merkezdeki çevre" diye tanımlamak uygun olur.

2002 seçimlerine kadar dağınık bir biçimde fakat daha ziyade DSP, MHP gibi marjinal partilere oy veren kesimler o seçimde AKP etrafında birleşir. Bu parti, neticede, merkezdeki çevrenin temsilcisi olarak ortaya çıkar. İmdi...

1950 sonrasındaki mahşerin dört büyük atlısı, yani DP, AP, ANAP ve AKP çevreye aittir. Bu bir! İkincisi, bu partilerin maksadı aktif modernleşmedir ve bunu yaparken çevreyi merkeze taşımak, merkezileştirmek kaygısını güttüler. Üçüncüsü ve işin bam teli, her üç iktidar da bu girişimlerini İstanbul'a yapılan köprülerle sembolize etti. 1950-70 arasındaki göç kuşakları Boğaz Köprüsü, 1980 sonrası göç katmanları FSM Köprüsü ile merkeze bağlandı. Her iki köprünün de asal işlevi, kent çeperlerine binen yeni muhitleri merkezle irtibatlandırmaktır.

Şu sıralarda, çevrede yer alan kesimlerin merkeze kayarken yaşadığı modernleşmenin simgesi/aracı türbandır, denecek kertede ayrıntıya inmiş bir modernleşme-merkezleşme döneminde, AKP'nin bir köprü inşa etmemesi düşünülebilir mi? Bu soruya olumsuz yanıt vermek olanaksızdır. İki nedenden ötürü:

İlkin, devlet 1980 sonrasındaki büyük kitlelerin yoksullaşma sürecini elindeki rantı gayrimeşru yoldan onlara kullandırarak aştı. Dolayısıyla o kesime şimdi ek bir rant vermek zorunda. Köprü budur! İkincisi, köprünün inşası çevrede gitgide sıkışmakta olan ve Sema Erder'in gerek 'Ümraniye: İstanbul'a bir Kent Kondu' gerekse 'Refah Toplumunda Getto' başlıklı çalışmalarında olanca çarpıcılığıyla görülen gettolaşma ve diğer yeni sosyolojik oluşumların çözülmesi, havalandırılması için bir fırsattır. Üç, bu aynı zamanda, -iddialar doğrudur-, yeni kentsel spekülasyonlara olanak sağlayacaktır, bu da iktidar partisine ek siyasal imkanlar doğuracaktır.

İtirazın kuyusuna düşmek
Türkiye'de siyasetlerin temel dürtüleri budur. 1950 sonrasında köprülere karşı çıkanlar bu gerçeği tam manasıyla göremeyerek, işin sadece tek boyutlu bir biçimde spekülasyon-rant kısmına itiraz etmişti. Oysa İstanbul köprüleri başlı başına bir siyaset sosyolojisidir. 1970'lerdeki meşhur "Planlamacılar" (Devlet Planlama Teşkilatı mensupları) iddialarında haklıydı. Elbette bu köprüler yeni spekülatif rantlar yaratacaktı, elbette araç trafiğini yoğunlaştıracaktı, elbette İstanbul'un çarpıklaşmasına yol açacaktı. Unutulan, iktidarların tam da bunları istemesiydi.

Oysa 'klasik' CHP bir yandan genel olarak büyüme-gelişme politikalarına karşı çıkıyor (haklı ve haksız, doğru ve yanlış olarak) bir yandan da, örneğin gecekondu meselesinin, dönemin meşhur ve çok güzel tabiriyle "bütünleşmemiş kentli nüfusu"nun nasıl çözüleceğine dair en küçük bir öneride bulunmuyordu. Oysa Türk siyasetinin ana ekseni, popülizm ve devlet elindeki rantların iktidar odaklarına dağıtılmasıdır.

Nitekim, en nihayet 1989 yılında yerel yönetimlerde SHP iş başına gelince o da bu kulvara giriyor, fakat "küçük burjuva radikalizmini" ucuz spekülasyonlarla eline yüzüne bulaştırıyordu.

İster kırk katır isteyelim ister kırk satır, Türk siyasetinde sonuç değişmez; satır da katır da popülizmdir, ranttır ve bunun en ileri sembolü daima İstanbul'a yapılan köprülerdir.

Hasan Bülend KAHRAMAN