İstanbul'a Bakmak, Kültürü Görmek...



Güzel bir havada, Kadıköy-Köprü seferini yapan vapurlardan birinin güvertesindesiniz.

Yolun yarısını aştığınızda, sol yanınıza bakarsanız, gözünüze önce Topkapı Sarayı'nın bulunduğu ada çarpar. Denizin hemen kenarından başlayan Konstantinopolis surlarının kalıntıları. Arada yemyeşil ağaçlar. Gülhane Parkı. Bu ağaçlar, bin yıllık Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'ten, Osmanlı'nın başkenti İstanbul'un simgesi Topkapı Sarayı'na bir yumuşak geçiştir.

Yalnız bakmakla yetinmeyip, aynı zamanda görürseniz, bu geçişte bir zorlamanın, herhangi bir aykırılığın veya birbirini dışlamanın bulunmadığını fark edersiniz. Bu kültürel panoramada tarihin yasaları, sanki doğanın yasaları kadar uzlaşmacı ve akılcıdır.

Başınızı Topkapı Sarayı'ndan sola çevirirseniz, bakış alanınız içersinde önce Ayasofya, ardından da Sultanahmet Camii belirir. Surlar ise kıyı boyunca akışını sürdürmektedir. Bu baktıklarınızı bir bütün içersinde görebildiğinizde, aykırılıklarla, birbirini dışlamalarla değil, fakat yine doğal bir kucaklaşmayla, yumuşak bir geçişle karşılaşırsınız ­ değişik çağların göstergeleri burada birbirini, dışlamak bir yana, adeta koşul kılar.

Biraz sonra, vapurun ulaştığı noktada bakmayı sürdürdüğünüzde, solunuzda artık sadece Osmanlı dönemi vardır. Topkapı Sarayı'na takılmış olan bakışlarınız, biraz sağa kayarak bu kez Süleymaniye ile kucaklaşır. Onun ardından Haliç'in girişi, arkasından da Galata Kulesi ile birlikte yine Bizans, Ceneviz ve Levanten panoraması gelir. Bu, aynı zamanda İstanbul'da kozmopolit kültürün belki de en yoğun yaşanmış olduğu noktadır. Bugünkü adıyla İstiklal Caddesi, kozmopolit kimliği ile Grand Rue de Pera, bu mekânın merkezidir.

Topkapı'nın siluetinden Pera'ya uzanan bu rengârenk yelpaze içerisinde de herhangi bir aykırılık veya birbirini dışlama durumu saptanamaz. Biraz yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel-kültürel uyumlu geçişler, bu çizgide de yaşanır. Burada, kültürel bağlamda olmak üzere, sanki parçalar ve bölümler açısından herhangi bir yalıtılmışlığa olanak tanımayan, hepsinin bütün içersindeki yerini kendine özgü bir mantıkla belirlemiş bir birliktelik söz konusudur. Bu birliktelik, çökmeye yüz tutmuş bir imparatorluğun inanılmaz israfının ve zarafetinin simgesi niteliğini taşıyan Dolmabahçe Sarayı'na kadar devam eder.

Ama sarayın arkasında yer alan, lüks bir otel kılığındaki taş, beton ve cam yığını ile birlikte, İstanbul'un vapurun güvertesinden görüş alanına sığan bölümü, bir başka kültürün, öteki adı yozlaşma, taklit ve mimaride çevre denilen unsura ihanet anlamını taşıyan bir kültürün öyküsünü anlatmaya koyulur.

"Residans"larıyla, "Tower"larıyla, İstanbul Boğazı'nın gerek kıyılarında, gerekse o kıyıların hemen gerisinde umarsız bir "Manhattan" görünüşü yaratma çabasındaki bu kültür, söylenceye göre bir zamanlar "Körler Ülkesi" diye adlandırılmış olan Kadıköy'e ­bugünün körleriyle karşılaştırıldığında­ ne kadar büyük bir haksızlık yapıldığının da acımasız simgesidir. Çünkü yalnızca bakmakla yetinmeyip, aynı zamanda biraz olsun görebilen hiçbir göz ve kent estetiğine ilişkin hiçbir ölçüt, şimdilerde "kentin modern kesimi" diye adlandırılan bu ucubenin varlığını onaylayamaz.

Yüzyıllar boyunca mimarlık ve estetik açısından uyumu ve doğal birlikteliği sergilemiş olan İstanbul, bu daha kurulurken yoz doğmuş kesimiyle birlikte içler acısı bir aykırılığın, sonradan görmeliğin ve acımasız bir rant hırsının göstergesine dönüşmüştür.

Bu panoramayı görebilenler için İstanbul, modernizmi düşünsel planda hemen hiç yaşamaksızın modernleşme çabalarının yeryüzündeki en hazin örneklerinden biridir.

Yaşadığımız ülkede, giderek artan ölçüde, birlikteliklerin değil, fakat aykırılıkların ve dışlamaların egemen kılınmak istemesinin nedenini, biraz da var olan tarihsel birliktelikler ve uyumlar karşısındaki körleşmemizde arayabilir miyiz acaba?