İstanbul’u Sevmek, Türkiye’yi Sevmek...

17 Ocak (2010) günü, Türkiye’nin bütün gazetelerinde, İstanbul, kentin 7 farklı merkezinde -eşzamanlı olarak- düzenlenen açılış etkinlikleriyle, artık “resmen” Avrupa’nın kültür başkenti oluyordu.

Bütün gazetelerde tam bir sayfada, şu dile getiriliyordu: Bu yıl, İstanbul’un 8.500 yıllık kültürel birikimini her yönüyle gün ışığına çıkarma, sergileme ve paylaşma yılıdır; bu yıl, hem tarihsel mirası koruyup onu yeniden canlandırma, hem de yaşayan kültürü geliştirme yılı olacaktır.

İstanbul, 2010 yılı boyunca Avrupa’nın kültür başkentidir.

Özetle, bu yıl, “katılım” yılı; bu yıl, “eğitim” yılı, “koruma yılı”, “yaratma” yılı, “işbirliği” yılıdır.

Tüm İstanbul’u, tüm Türkiye’yi bu enerjiye ortak olmaya; katılmaya, paylaşmaya ve bu enerjiden yararlanmaya davet ediliyor.

Heyecanlı bir çağrı, katılmamak mümkün mü?

*

İstanbul’un böyle bir heybetli çağrısı yeni değildir; eskilere gider. Ne var ki, Cumhuriyet Devrimi, bu çağrıyı bütün yurda dağıtır. Topyekûn bir kalkınma olacak. Özellikle de, Halkevleri ve Köy Enstitüleriyle...

Sürmez...

İslam Enstitüleri ve imam hatip her şeye egemen olur.

Kuran kursları, besleme kılığı, art arda şeriat partileri.

2002’de AKP iktidarları.

Türkiye’nin yeni Ortadoğu politikası; “One minute” sonrası, yeni anayasa ve referandum hesapları.

TEKEL işçilerinin haklı direnişi; AKP’nin devleti zaafa uğratması ve korku toplumu olmamızı hızlandırması; “Abdi İpekçi mezarda, bir yanda da Ağca’yı kahraman yapmaya hazırlanan medya var”; yıllarca Türk ve dünya kamuoyunu meşgul eden Abdi İpekçi’nin katili ve Papa suikastçısı Mehmet Ali “para kazanmak için”, her türlü tezgâhın peşinde koşuyor olamaz mı?

Mustafa Balbay’ın tutukluluğunun 320 günü aştığı bir ortamda, İkinci Ergenekon Davası’nda savunmasına başlayan eski Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın sorusu: “Hayatımın en trajikomik davasında yargılanmaktayım” diyor ve Çapan, ruhen anlaşmayacağı “milliyetçi, ulusalcı” bir grupla yargılandığını söylüyor (Cumhuriyet, 19 Ocak 2010).

Ne yargılama!?

*



1923 Devrimi’ni yapanların, bir iki duraksamadan sonra, 1930’ların dayattığı koşullarda “devletçi” bir inşa yolunda yürüdüklerini biliyoruz. O yöntemin kaybettikleri kazandıklarının yanında küçük kalır.

Asıl kaybettiklerimiz 1979’dadır: 1979’da, başka bir yola girilir.

Liberal denen bir doğrultuda, Turgut Özal, yolları ardına değin açar: Devletin sadece seyirci olduğu, bir furya dönemi; sırtını devlete dayamış kişilerin kalkınma devri. Üstelik, hem de Doğu’da, devlete bir fedakârlık dönemi açılmıştır; o da terk edilir: Hayvancılık ve tarım çöker. Geçmişte tek tük görülen Kürt göçü, bunun eseri Doğu’da yaygınlaşır.

Göç, başta İstanbul’adır...

İstanbul, kimliğini gitgide yitirir: Gitgide hantallaşan bir kentte çöküş görülür: Kurban bayramları bir hayvan boğazlamaya dönüşür; kentlileşemeyenler sayıca kente egemendir; İstanbul’da bir “imar faşizmi” başlar... İstanbul’da çözülme, bütün o bölgede açıktır. İstanbul’u sevme, aslında o kenti ayakta tutan bütün geleneklere de sahip olmayı gerektirmiyor mu?

Türkiye’de, Cumhuriyet Devrimi’ne sahip çıkma, İstanbul’da olup bitenlere de karşı çıkmayı çağırıyor. Türkiye’yi sevme ile İstanbul’u sevme iç içedir...

Hrant Dink’in katillerini ararken de öyledir...