İzmir, Çiçek Bahçesinde Asit Fıçısı

Sermayenin küresel yarışında tepişen aktörlerin başlıca oyun alanlarından birine dönüşmekte olan kentlerin kontrol altına alınması, kentlerde kamu yararının gerçek anlamıyla hakim kılınması ve kentlerin plan kararlarına bağlı gelişmesi, plan kararlarının öncelikli olarak kamu yararı temelinde oluşturulması giderek zorlaşmaktadır.
Diğer yandan, yönetimde ve planlama kararlarının üretilmesinde katılımın artırılması amacıyla kurgulandığı savlanan kimi oluşumlar, kamu adına görev yürüten kurumların karar üretme süreçlerine müdahaleyi artırırken, belirli kesimlerin sözcülüğünü halk adına konuşmak olarak sunar oldular.

Gerek basının amaca yönelik kullanımıyla, gerekse yerel dinamiklerin yoğunlaştırılan etkisiyle özel arzularını kentin ve kentlilerin genel istemleri gibi sunma becerisini gösteren ve kendilerini kentlerin gelişiminden sorumlu sayanlar, kentlerin gelişimini plan kararlarının değil, yatırımcıların yer seçimi kararlarının belirlemesini amaçlıyorlar.

Yatırımcıların (!) kazanç düzeyinin maksimize edilmesine yönelik girişimlerin, yer seçimi kararlarının üretilmesinde öncelikli etkene dönüştürülmesi, kentleşmede kamu yararının hakim kılınması çabalarının, sermayenin kent içindeki köşe kapmacasına yenilmesine neden oluyor. Plansızlığın kentlerde mutlak egemenliğine gidişi hızlandıran bu sürecin sonuçları, kentlerimizi kendisine, içinde yaşayanlara ve kenti çevreleyen doğal çevreye büyük zarar verir duruma getiriyor.

Günümüze değin, kentlerimizde nüfus birikimini hızlandıran, yoğunlaşmaları artıran endüstriyel gelişmeler, planlanarak yönlendirilememiş ve ülke içinde dengeli dağılımları sağlanamamıştır. Sanayi yatırımı olarak tanıtılan sermayenin planlama dışı yanlış yer seçimi kararları, ‘ekonomik gelişme’, işsizliğin önlenmesi’, ‘istihdamın artırılması’ gibi gerekçelerle, işsiz sayısının her geçen gün arttığı yerleşmelerde umut bağlanan, sempatiyle karşılanan, mevzuata ve planlama ilkelerine rağmen göz yumulan kararlara dönüşmektedir.

Geçtiğimiz yıla kadar, bir arada 2 bin kişinin yaşadığı her yerleşmenin özerk planlama kararı alabilen belediyelere dönüşebilmiş olması da, aslında bir bütün olan ve tek bir kentsel dinamiği oluşturan yerleşme bütünlerini, birbirine eklemlenmiş, her biri bağımsız karar alma, taviz verme ve göz yumma mekanizmasına sahip zayıf yerleşme zincirlerine dönüştürmüştür.

Yaşanan gelişmeler sonrasında, özellikle büyük kentlerin çevresinde oluşan bu zincirin, içinde bulundukları koşulların da etkisiyle kolaylıkla ikna edilebilen dayanıksız ve bağımsız halkaları, giderek kentleri bütüncül bir sistemden yoksun, daha karmaşık ve sorunlu hale getirmiştir. Kentler, içinde yaşayanlar için ürettikleri olumsuz koşulların yanı sıra, yaygınlaştıkça içinde yer aldıkları çevreleri açısından da zararlı unsurları üreten organizmalara dönüşmüşlerdir.

Ülkemizin tüm büyük kentlerinde yaşanan bu gelişmelerin benzerleri, Türkiye’nin üçüncü büyük metropolü olan İzmir kentinde de gözlenmektedir. Bin yıllardan bu yana yaşamın sürdüğü İzmir, zaman içinde Körfez kıyısından sırtlara doğru yükselmiş ve içinde yer aldığı çanağı çevreleyen tepeleri çoktan aşmıştır. Geçen zaman içinde merkezden 70-80 kilometrelere varan uzaklıklardaki alanları etkileyerek değiştiren kentin gelişmesi, bugün için tıpkı çiçek bahçesi içinde ağzı açık bırakılmış, köpürmüş ve taşmış asit fıçısını andırmaktadır.

Kent çevresinde önemli endüstriyel gelişmeler göze çarparken, bir yandan da yaşanan gelişmeler, batıda Urla, Çeşme ve Karaburun ilçe sınırları içinde, güneyde Seferihisar-Selçuk aksında, kuzeyde Foça çevresinde kıyılarda önemli bozulmalara neden olmuş, ikinci konut hastalığı zamanla kıyılardan, kıyı ile ilgisiz orman içlerine kadar sıçramıştır.

1970’li yıllarda merkez dışında Kemalpaşa’ya, Nif Çayı kıyısına sıçrayarak başlayan sanayi kaynaklı bozulma, giderek kent çevresindeki pek çok küçük belediyenin sınırları içinde tarım alanlarında kansere dönüşmüş, kenti çevreleyen alanlarda toprakta ve suda yaşanan kirlenme, canlı yaşamı sona erdirecek boyutlara ulaşmıştır.
Azmanlaşan gövdeye dar gelen büyükşehir sınırlarının genişletilmesi, son yıllarda gerek organize sanayi adı altında ve gerekse bireysel girişimlerle hızlanan kontrolsüz sanayi alanı üretiminin denetim altına alınmasının ilk adımı olmuş, alışkanlığa dönüşen bu kontrolsüz yapılaşma istemlerini yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu arayışların, yeterli kontrolün bulunmadığı, büyükşehir ve il sınırı dışındaki yakın alanlara yönelmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Son yıllarda gerçekleştirilen mevzuat düzenlemeleri sonrasında, geç de olsa İzmir kentinde ve çevresinde üst ölçekli ve bütüncül planlama gündeme gelmiş ve oturmuştur. Planlama çalışmaları üzerinden yürütülen tartışmalar, geçmişten bugüne plan dışı kararlarla yer seçimini yapmayı alışkanlık durumuna getiren kesimlerin planlı niyetleriyle, planlı gelişme çabalarının köşe kapmacasından başka bir şey değildir.

Oysaki, kentin gündemine yerleşen nazım imar planı ve çevre düzeni planı hazırlama çabaları, çiçek bahçesi içinde başıboş duran asit dolu fıçının taşmasının önlenmesi, bahçenin korunmasına yönelik çabalar olarak görülmeli ve kişisel beklentilerden arınarak koşulsuz desteklenebilmelidir.