Kadın ve Yapı İlişkisi, Yıldız Cıbıroğlu

Kadın Gövdesinin Yapı Olarak Anlaşılması Eski toplumlarda insanların iki konuya karşı büyülenmiş gibi baktıklarını belirtir Joseph Campbell: Cinsellik ve gökyüzü. Büyülenmenin dozajı Doğulu toplumlarda daha da fazladır. Bir Sümer ilahisinde “akşam yemeğine ekmek doğuran fırın” sözü geçer (Kramer, 2000). Arkaik döneme ilişkin fırın, mezar, tapınak gibi yapılarda kadın gövdesine öykünen örneklere birçok coğrafyada rastlanır. Marija Gimbutas (1991) ve Elinor W. Gadon,1 kitaplarında kadın gövdesine öykünen yapılar bağlamında megalitik dönemden kalan mezar, tapınak, fırın örneklerine yer verirler. Joseph Campbell’in i>Doğu Mitolojisi’nde Irak’ta en eski tapınak külliyelerinden birinin rekonstrüksyon çizimi verilmiş: tapınağı iç ve dış olmak üzere oval biçimli çift duvar çeviriyor. J. Campbell, İÖ 4000-3500 arasına tarihlenen altı tapınağı anlatırken diyor ki: “Obeid’deki Ninhursag’a, Khafajah’daki İnanna’ya adanmıştır. Ötekilerin ilahları bilinmiyor. Ve külliyelerin üçü (Obeid, Khafajah ve Uqair’dekiler) iki yüksek duvarla çevrilidir; dişi cinsel organları çağrıştırır biçimde ovaldir. Ana tanrıçaya adanan Hint tapınaklarında iç odanın dişilik organını temsil eden biçimde oluşu gibi, bu tapınaklar da doğanın üretici gücünü dişinin hamilelik ve emzirme yeteneklerine benzeten simgelerdi.” (Campbell, 1993) Kargamış yerleşimini çeviren surlar bir badem biçimini almış ve onun içinde kentin önemli yapıları yer alıyor. Bence badem biçimli sur, yukardaki örneklerde olduğu gibi, kozmik ananın cinsel organını –yaşam, bereket vermesi ve tehlikelere karşı koruması– beklentisiyle tekrarlıyordu (Jean, 2001). Mezopotamya’da tapınak bir su kaynağının ya da bir obruğun üstünde kurulurdu ve o bölüm tanrıçanın rahmi kabul edilir, kehanet için rahip ya da rahibe o bölümün içine girerdi. (Obruk, yer altı mağarasıdır.) Anadolu’da Kibele tapınağı aynı şekilde pınar ya da obruk üzerine kurulur, tanrıçaya falluslarını kurban eden müritlerin organları tapınağın altındaki o bölüme gömülürdü. Tholos adı verilen mezar yapılar da bir rahmi andıran planı ve plan üzerinde yükselen yapı biçimiyle dikkat çeker. Mellaart’ın Arpaciyah’ta Halaf kültürüne örnek verdiği tholos böyledir (orta kalkolitik dönem). Miken sanatında da, tholos mezar yapıları aynı yorumla ele alınmıştır. Tholos mezarlar daire planlı ve bindirme taş tekniğiyle yapılmış kubbeli yapı ile ona giden geçitten oluşmaktadır. Atreus’un Hazineleri diye anılan tholos’un (Miken, İÖ 1500-1225) giriş kapısının üzerindeki fasadın içine üçgen bir bölüm yerleştirilmiştir (Higgins, 1994). Tholos mezar yapının biçimiyle kozmik ananın rahmi arasında bağ kuruluyor ve ölünün burada yeniden doğacağına inanılıyordu. Mısır’da piramitlerin dört köşe tabanı ve dört üçgen yüzü yine tanrıçanın makrokozmik cinsel organına/rahmine anıştırma yapmakta, tanrıçanın oğlu kabul edilen kralın sonsuzluk evi olduğuna inanılan piramidin, aşk ve cinsellikle içselleştirilerek yaşayacağına inanılmaktadır. Erken neolitik çağda ev/yapı planları daire planlı ve yuvarlak kubbelidir (Örneğin Kıbrıs’ta Khirokitia’dakiler). Filistin ve Ürdün topraklarında Natuf ve ceriko eski yerleşmelerinde daire planlı yerleşim alanı ve daire planlı yapılar İÖ 9551’e tarihlenmiştir. Filistin Karmel Dağı’ndaki Vadi Fallah’ta ise (Nahal Ören II. tabaka) çanak-çömleksiz neolitik A evresinde ev planları yumurta biçimindedir (Mellaart, 1998). Daire planlar kozmik ananın yuvarlak karnına, elips planlar ise belki totem bir kuştan ya da kuş tanrıçadan ötürü yumurta biçimine öykünmüşlerdir. Kubbeli tapınak yapısı da mağaralara öykünmeden doğmuştur. İlk tapınaklar ve ilk süthaneler mağaradaydı ve toprak ananın rahmine/karnına benzetilerek kutsal sayılmıştı. Kadın gövdesi daima içine alan bir mekân olarak düşünülmüş ve bütün içbükey nesneler onun rahmiyle, karnıyla özdeş tutulmuştur. Çatalhöyük’te duvar resminde peçeli tanrıçanın karnında bir daire çizilmiştir ve ortasında nokta vardır. Bu onun Güneş’i içinden çıkarttığına inanılan karnını temsil eder ve aynı zamanda karnının Güneş’in evi olduğunu gösterir. Bu im pek çok coğrafyada aynı anlamda kullanılmıştır. Mısır’da da ilk yapılar daire planlıdır. Daire kozmik ananın karnına öykünmeyle, ondaki yaşam veren ve koruyan güçlerin aynı geometrik biçimde ortaya çıkacağı inancıyla yapılmıştır. Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca Sözlüğü’nde magar Arapça’da mağara demektir; megaron Eski Yunan’da dikdörtgen planlı yapı için kullanılmıştır. İlişkilendirmeler birçok yerde ve çeşitli bağlamlarda karşımıza çıkabilir: Örneğin daire planlı yapıdan sonra ortaya çıkan dikdörtgen yapıların ilk kaynağında ineğin kutsallaştırılmasını buluruz. Eski Mısır’da erken dönemin tanrıçası Hathor kozmik inek biçimindedir. Karnı gök kubbe, dört yön onun önü, arkası ve iki yanıdır. Dört bacağı, gök kubbeyi tutan dört direkle özdeştir. Evren tasarımı da dikdörtgen planlı bir yapı olarak düşünülünce sivil yapıların planları da bundan etkilenmiş ve dikdörtgen ya da dört köşe planlı olmuştur. Hathor aynı zamanda güneş tanrı Horus’un evi sayılırdı. Mısırca’da Hathor’un adı Het-Heru’dur ve “yukarıdaki ev” anlamına gelir, gök kubbe onun rahmi sayıldığı ve Güneşi sabah doğurup akşam içine aldığından ötürü. Tam, Eski Türkçede ev anlamına gelir. Dam ise günümüzde çatıyı gösterir. Çatı hemen her eski toplulukta mitsel imgelemde gök kubbeyle özdeştir. Tapınağın çatısı mezzokosmos gök kubbedir. Dam birçok dilde kadın cinse ya da kadın kimlikli koruyucu imgeye işaret eder, ilk örnek Sümer’de tanrıça Damkina’nın adındaki dam bölümüdür. Sümer’de, Tanrı Enlil’in inşaatçı ustası Muşdamma adını alır (Kramer, 2000). Bir Sümer/Akad ilahisinde tanrıça elinde beliyle temel atma ayinine katılmakta ve toprak atmaktadır (Muazzez İlmiye Çığ, Sumerli Ludingirra, s.60.) Aletlerin adları tanrıçaların adlarından yapılmıştır ve evrensel sözcüklerdir: TDK Derleme Sözlüğü’nde salma için ağaç kesmek ya da yontmak için kullanılan bir yanı keser, bir yanı balta biçiminde araç, denilmiş. Sallama, pala, büyük bıçak, saldırma. Bu sözcükler, Mezopotamya Söğüt Tanrıçası Salme’nin adından yapılmıştır. Kaşgarlı’nın Türkçe sözlüğünde (1100) kis, kadın demektir. Kese (her dilde rahimle özdeş imge), keser ve keski sözcükleri kis ile bağıntılıdır. Anadolu tanrıçası Kybele’nin adı ile bağıntılı olan sözcükler ise labris (Latince balta), labrum (kadın organında dudak), labia (labrum’un çoğulu), labirent (tanrıçanın karnının içi), liber (labirente giren ve tanrıçayla karşılaşan erkek kahramanın labirentten çıkışının imgesi, Türkçe’de uçurumdan çıkabilen uç-beyi gibi; uçmağ, gökyüzündeki cennettir), kybela (Galat dilinde mağaralar demek, mağara rahimle özdeş imge), kybelis’tir (aynı dilde balta). Balta, kadınların söğüt, kavak ağacından dallar kesmeleri, sazları kesip sepet örmeleri, ziftle sıvayıp sal (kûfa) yapmaları için kullandıkları aletlerdi. Turan Dursun, üçgen planlı tapınakların Mezopotamya’da Güneş tanrı için yapıldığını belirtir. Çünkü Ay-ana Güneş tanrıyı her sabah doğurmakta ve her akşam yeniden içine almaktadır. Tapınaktaki üçgen plan tanrıçanın vulvasını simgeler. Anadolu’daki tapınaklarda, ortadaki dört köşeli iç avlunun üzeri açıktır; güneş tanrı akşam ordan yerin altına girebilsin veya sabah doğarken o avludan gökyüzüne yükselebilsin diye. Bu gelenek Eski İon tapınağında da sürer. Üstü açık iç avluda yer alan tanrı heykelinin bulunduğu ve bir bölme ile ayrıldığı yere (cella) sella adı verilir ki bu bölüm bir su kaynağının üzerine ya da yakınına yapılırdı. Tanrı heykeli, tanrıçanın rahmini temsil eden bu bölümde yaşam kazanacaktı. Cella/sella kutsal sayılan sal- kökünden üretilmiştir. Eski Türkler’de sel zürriyet, gürlük anlamında mitsel bir sözcüktür ve bu sözcükler sınır tanımaksızın aynı yerlemde birbiriyle bağıntılıdır. Hepsinin ilk örneği Sümerce’deki ‘sal’ adı verilen yazı göstergesinden gelmiş olabilir: Sümerce’de vulva üçgeni kadını gösteriyorsa munus, kadınlık organını gösteriyorsa sal okunurdu. Günümüzdeki salon sözcüğü aynı sözcük ailesinin bize ulaşan parçasıdır. Güneşi gösteren ve sol- ile başlayan sözcükler de (soleil, sole vb.) sal’ la ilişkilidir. Türkçe’deki sol sözcüğü de Güneşin ölümünü, toprağı işaret etmektedir. Sağ el ise göğü ve yaşamı gösterir (Mevlevi danslarında da). Bu simgecilik yaşam veren ve içine alıp yutan vulvaya, ana rahmine bağlanarak dinî mimarileri etkilemiştir. Celal Esad Arseven’de sella (arkeolojide) yerin altındaki ambar, mahzen, hücre anlamına gelmektedir (Arseven, Sanat Ansiklopedisi, 1958). Anaerkil dönemin tanrıça tapınaklarının olduğu yerlerde sonradan o tapınakların üzerine erkek tanrı tapınakları kondurulduğuna ilişkin pek çok örnek vardır: Eski uygarlıklardan Pisidia bölgesinde bulunan Isparta - Yalvaç’ta (eski Antiocheia) önce Kibele tapınağı varken daha sonra onun olduğu yerde Men tapınağı inşa edildiği, Kütahya - Çavdarhisar’da da (Aizanoi) Kibele tapınağının üstüne Zeus tapınağı kurulduğu gibi.2 Anadolu’da, Avrupa’da ve daha pek çok yerde, tanrıça tapınaklarının planı, kadın gövdesine öykünmektedir. Kiliselerin planlarında bu gelenek sürer. Zaten Avrupa’da bazı kiliseler eski bir tapınağın üzerine kurulmuş ve daha önceki geleneği kalıt almıştır. Tanrıça tapınaklarında yapının yalnız planıyla değil, yükselen yapının kendisinin de kadın cinsiyet kimliğiyle ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Mezopotamya’da tanrıça tapınağı ya da ziggurat tepedeki kuleyle tanrıçanın başını, orta bölümüyle gövdesini, yerin altındaki labirentiyle tanrıçanın zindanla veya yeraltı cehennemiyle özdeş karnını, rahmini temsil ederdi. Sümer’de aşk ve savaş tanrıçasının karnının içi suçluların (yazılı ve görsel betimlerden anlaşıldığına göre, galiba daha çok erkeklerin) ıslah edilmek üzere kapatıldıkları zindandı. Doğu’ya ilişkin genetik kültürde kadın ve mimarlık ilişkisi ortak bilinç dışında korunur ve camilerin kubbe ve minare ilişkisinde ortaya çıkar. Çünkü daha çok Doğu’da eski tapımlarda yaşamın merkezine konulan ve mucizevi bulunan cinselliğin yüceltilmesi genetik kültürde sürer. Bütün ürünlerdeki bereket, yani üretimdeki verimlilik tanrıçayla eşinin birliğindeki uyumla mümkündür. Bu anlayış ortak bilinçaltından yeni dine kimlik değiştirerek geçer: minare (eril öğe) ve kubbe (dişil öğe) birliğinde ve uyumunda kadın erkek birliği ve “gönül”deki gönenç dinle yansıtılarak sürer. İslam mimarisinde kubbenin kutsal anayla ilişkilendirilmesine bir örnek oluşturan Seleme Ana’nın kubbesinden İbn Battûta bahseder: Ümmü Seleme adıyla anılan mimari öğe, Mekke civarında Rahmet Dağı’nın tepesindeki mescidin kubbesidir. Salma/Salme Mezopotamya’nın Ay ve söğüt tanrıçasıdır. (Yukarıda anlamı açıklanan sal sözcük kökü ile ana anlamındaki ma’dan oluşmuştur adı. Belli ki bir tapınak fahişesi olan Yahudi prensesi Salome de büyük bir olasılıkla Salme tapımına bağlıdır. Salme’nin rahibeleri de Salme adını alıyor ve prensesler başrahibe oluyorlardı.) Ümmü Seleme bu kadınların İslam’daki devamıdır ve tıpkı tanrıça Salme’nin bütün varlıkları içinden çıkardığı ve içine aldığı inancında olduğu gibi müritleri altında toplayan büyük bir kubbe ile temsil edilmektedir (Aykut, 2000). Kültür Tarihinde Kadının Yapı Geleneğini Başlatması Diyarbakır Ergani yakınındaki Çayönü’nde kazılardan çıkarılan sepet evler de kadınların dallardan, kamışlardan ördüğü ve içine birkaç kişinin girebileceği büyüklükte, ağzı yere çevrilmiş küfeler biçimindedir ve üstleri toprakla sıvanmıştır. Kadınların yaptıkları barınaklar arasında çok ince bir zevk ürünü olan, içinde oda gibi bölmeleri barındıran çadırları da sayabiliriz. Çadırlar kadınların –içine yağmuru ve sıcağı geçirmediği için– genellikle keçi kılından dokuyarak ya da derileri birleştirerek yaptıkları barınaklardır. Kadınların yaptığı “yurt”lar (daire planlı ve kubbeli taşınabilir evler) ve daire planlı kubbeli ya da dört köşe planlı çadırlar daha sonra kalıcı yapılara örneklik etmiştir. Anadolu’da Karadeniz ve Ege bölgesinde tanık olduğum eski evlerdeki sekiz köşeli sofa, tanrıça tapınağındaki toplanma yerinin planını tekrarlar. Aynı şekilde tavandaki sekiz köşeli yıldız eski kadın tapımlarındaki (Eski Asya Türk geleneğinde de bulunan) “sekiz köşeli ana”nın kutsal alanına (cennet) işaret eder (memeli totem hayvanın erkeğinin ve dişisinin bacak toplamı sekizdir). Aynı evlerdeki birbirinden ayırmak için ‘iki yanlı açılan dolaplar yapma tekniği’ de kadın zihninden çıkma bir tasarımdır ve çadırların içinin yüklüklerle bölümlenmesinden kaynaklanmaktadır. Eski Mısır’da erken dönemin en eski tanrıçalarından biri olan Seshat için, “Mısır’ın yazı ve ölçü tanrısı Toth’tan önceki yazı ve ölçü tanrıçasıydı,” diyor Margaret A. Murray. Hiçbir zaman halktan birinin tanrıçası olmadı, firavunun özel tanrıçasıydı. Seshat’ın çok önemli iki buluşu vardı: Tapınak yapımında ilk zamanlardan en geç dönemlere kadar “gerilen ipi” yeni bir tapınak yapımında ölçü olarak kullanması ve “gergin ip”le düzgün duvar yapmayı sağlamasıydı (Murray, 1973). Barbara G. Walker da Seshat’ın; yazının, ölçülerin, sayıların, hiyerogliflerin ve saklanan kayıtların tanrıçası olduğunu “Kitaplıkların Hanımı” ve “İnşaatçı Ölçüsünün Hanımı” diye anıldığını belirtir (Walker, 1996). İlk kütüphaneler de Mısır’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da, Eski Yunan ve Roma’da tanrıçanın tapınağındaydı ve içinde tabletler veya papirüs tomarları saklanıyordu. Herakleitos yazdığı kitabı Artemis tapınağına emanet etmişti. Anadolu’da evi tek başına kadının ya da karı kocanın birlikte yapması geleneği vardır. Yaşar Kemal’in kadın kahramanları evin yapımının her aşamasında çalışırlar. Evin dış sıvasını, sıva üstüne çeşitli teknikler deneyerek süsleyenler kadınlardır. Kadınlar Konya çevresindeki köylerde bu teknikleri şöyle uygularlardı: Kirece batırdığı süpürgeyi sarı toprak sıvalı duvara yan yana bastırarak, elini boyaya batırıp duvara çeşitli biçimlerde bastırarak ya da kırmızı aşı boyasıyla basamaklar ve bazı basamakların köşesine diyagonal duruşlu çift boynuz betimi çizerek. Bu tarzda kırmızı aşı boyayla boyalı basamaklar Çatalhöyük evlerinden bazılarının sıvaları üzerinde de görülmüştür. Robert Briffault Analar kitabında şunları yazmış: “Barınağın yerinin dişi tarafından saptanması, daha önce de gördüğümüz üzere, biyolojik olguların doğal sonucudur ve hayvanlar arasında bir kural haline gelmiştir; yavrusunu büyütmeye elverişli in ya da barınağı seçen erkek değil dişidir ve erkek, kendisini dişinin koşullarına ve gereksinmelerine uyarlar; dişiyle ilişki söz konusu olduğunda, onu, kendi barınağında arar. Cinsel ilişki kurma açısından ele alındığında, bütün hayvanların anayerli olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, ilkel insanların alışkılarının aynı olduğu sonucunu çıkarmak, doğaldır. Bu çıkarsamanın doğru olduğunun kanıtı, hiçbir yerde farklılık göstermeyen bir toplumsal olgudur. Erkeğin karısını evinden ayırdığı ve kendi barınağına getirdiği topluluklarda, bu işlem, böyle bir yer değiştirmenin kadının ailesi tarafından onaylandığını gösteren bir anlaşma ya da işlemi gerekli kılmakta, bu onaysa, kültürel gelişmenin en ileri aşamaya vardığı topluluklar dışında her yerde, kız ailesine bir tazminat ya da bedel ödenmesiyle sağlanmaktadır.” Briffault daha sonraki zamanlarda –örneğin Müslümanlarda– erkeğin evlendiği kadının ailesine başlık ödemesi adetinin başında anayerli evliliğin bulunduğunu belirtir.3 Anayerli evlilikte, doğan çocukların anneyle birlikte annenin evinde kalması ve kocanın ara sıra onları görmeye gelmesi geleneğinin bize işaret ettiği nokta Briffault’ya göre, başlangıçta ev imgesinin daima yaşamın içinden çıkarak kadın imgesiyle örtüştüğüdür. Aynı kaynakta (s. 187), “Uygarlaşmış toplumlarda, kadınla erkek arasında var olan ve genellikle organik cinsel farklılıklar olarak kabul edilen fiziksel güç, yaratıcılık, girişimcilik, yüreklilik, dayanıklılık yetisi gibi nitelikler açısından oransızlık, ilkel toplumlarda yoktur. Fiziksel ve akılsal yetideki farklılıklar, kadınlarla erkeklerin uğraşlarında, kültürel ve toplumsal gelişme süreci içinde gerçekleşen farklılaşmanın nedeni olmaktan çok sonucudurlar,” denir. Cinsler arası işbölümünün nedeni, kadının becerememesinden değil, erkeğin kârlı alanı kendi tekeline almak istemesinden kaynaklanmaktadır, Briffault’nun verdiği örneklere göre. Briffault çeşitli aletleri ve işleri ilk yapanların kadınlar olduğuna ilişkin örnekler verdikten sonra (s. 200) ev yapımına da yer ayırmaktadır: “Ne var ki, dişi hayvan yuva ya da barınağı inşa eden cins olduğu gibi, ilkel kadın da yalnızca evi yöneten ‘yuvayı yapan’ dişi olmakla kalmamakta, evi de bizzat kendisi yapmaktadır.” Ataerkil toplumlarda bile kendisine tanınan ‘evin hanımı’ nitelemesi, kadının dünyasını, ya da hatta, ilkellerde evin sahibinin kadın olduğunu belirlemekten öte anlamlar içermektedir; ilkel kadın yalnızca evin sahibi değil, onu kendi elleriyle düzenleyen, tasarlayan ve içinde yaşayan kişidir. İlkel halkların bazılarında, erkekler başka yerlerde yatar ve eve ancak kadının konuğu olarak gelebilirken, kadın, çocuklarıyla birlikte kendi evinde oturmaktadır. Avustralyalıların, Andaman Adaları’nda yaşayan yerlilerin, Patagonyalıların, Botocudaların kulübeleri, Seri kızılderililerinin kaba korunakları, Amerika Kızılderililerinin çadırları ve deriden yapılma barınakları, Bedevilerin siyah deve postundan yapılma çadırları, Orta Asyalı göçebelerin yurta’ları, hep kadınların eseridir. Bazıları bir yerden bir yere taşınabilir nitelikte olan bu evler, son derece ince hesapların ürünüdür. Örneğin yurta, bazen daire şeklinde yerleştirilmiş ve tahta takozlarla sağlamlaştırılmış direklerden oluşan, kafes gibi örülmüş kubbeyi andıran bir iskeletin, kalın keçe ile örtülmesiyle meydana getirilen büyük, geniş bir evdir; evin içi birkaç bölüme ayrılmıştır. “Odunlar dışında, evi oluşturan parçaların tümü Türkmen kadınlarının sanayisinin ürünleridir; evin yapımı ve çeşitli parçaların bir araya getirilmesi de kadının işidir.” Mr. Bogoras, Chukchi dilini incelerken, bazı adamlara evin iskeletini oluşturan çeşitli parçaların adlarını sormuştur. Ancak erkekler, ona bu konuda bilgi vermemişler, “Bilmiyorum, bu kadın işi,” demişlerdir. “Yalnızca ilkel göçebe insanların evleri değil, kültürel gelişmeye uğramamış halklar dünyasının en karmaşık evleri de kadınlar tarafından inşa edilmiştir. Omahaların toprak evleri tümüyle kadınlar tarafından yapılır. New Mexico ve Arizona ‘Pueblo’ları bir doğu kentinin canlı resimlerini andırmaktadır; birinin damının, yukarıdakinin terasını oluşturduğu evler, basamak basamak yükselen yamaçlarda, çok katlı bina salkımları halinde eşsiz bir görünüm sunmaktadır. Üst katlara basit tahta merdivenlerle ya da dıştan yükselen merdivenlerle çıkılmakta, duvarların çevrelerinde süsleme amacıyla yapılmış mazgallı siperler bulunmaktadır. Avlular, meydanlar ve sokaklar, kulüp ve tapınak görevi gören garip yuvarlak kamu binaları, sayısız kalıntının tanıklık ettiği üzere, bir zamanlar Birleşik Devletler’in güneybatı bölümünü kaplayan, ancak şimdi bunların küçük bir kalıntısını oluşturan kasabaların bir bölümüdür. Bu yapıların tümü yalnız ve yalnız kadınlar tarafından inşa edilmiştir. Zunilerde, günümüzde, erkekler ağaç kesme, kereste yapma gibi ağır işlerde kadınlara yardımcı olmaktadır. Hopilerdeyse, inşaat işi hâlâ tümüyle kadınlar tarafından yapılmaktadır. Avrupalıların yöreye gelmesinden önce –binaların duvarlarını örmek ve evin içini, dışını tamamlamak kadınların işiydi. İlk İspanyol rahipleri Pueblo Kızılderilileri arasına yerleştiğinde, hiçbir erkek ev yapımına el sürmezdi. Yerleşmeleriyle ilgili bilgileri rapor eden rahiplerden biri, yerlilerin kendileri için inşa ettiği kiliselerden ve manastırlardan övgü ve gururla söz etmektedir: Bütün bunlar, yalnız ve yalnız misyona dahil kadınlar, kızlar ve küçük erkek çocukları tarafından yapıldı; çünkü bu insanlara göre, evleri kadınların yapması gerekiyor; erkekler, pelerin için gerekli ipi eğiriyorlar. Geleneklerden habersiz Rahip, erkeklerden birini duvar örmekle görevlendirdiğinde, mahcup ve çaresiz erkeğin çevresini, kendisiyle alay eden, kıkır kıkır gülen bir kadın ve çocuklar kalabalığı sarmış; çünkü, bir erkeğin ev yapma işine el attığını görmek onlar için son derece gülünç bir olaymış.”(s. 202) Yıldız Cıbıroğlu, Yazar, Tarihçi Notlar: 1. Gadon, Elinor W. (1989) The Once and Future Goddess, HarperSanFrancisco, New York. Gadon’un kitabında 82. sayfada tanrıça gövdeli mezar yapısı ayrıntıyla anlatılmaktadır. 2. Men tapınağının yerinde daha önce Kibele tapınağının bulunduğu bilgisini Yalvaç Müzesi Müdürü Arkeolog Dr. Mehmet Taşlıalan’dan aldım. 3. Briffault, Robert (1990) Analar, Şemsa Yeğin (çev.), Payel Yayınevi, İstanbul, s. 164. Analar ilk kez 1927 yılında üç ciltlik kapsamlı bir çalışma olarak yayımlanmış. Onun önemi daha önce insanın evrimi kutsal kitaplara dayandırılırken, Briffault evrimi insanbilime dayandırması ve ilk insan toplumunun birçok yerde anaerkil olduğunu söylemesiydi. Briffault’nun, “soy çizgisiyle kalıt hakkının ana soyunu izlemesi” biçiminde tanımlanan anaerkil dönemi kadınların, toplumsal açıdan egemen olduğu uzun bir dönem olarak sunduğunu belirtiyor, kitabı dilimize kazandıran Şemsa Yeğin. Daha yeni çalışmalardan çıkan sonuçlar ise devlet öncesi dönemde kadınların üretim çağını başlattıklarını ve üretimi büyülerle denetlediklerini, büyüyü silah gibi kullandıklarını, erkeklerin devleti örgütlemesinden sonra da bir zaman etkilerinin sürdüğünü göstermektedir. Kaynakça: • Arseven, Celal Esad (1958) Sanat Ansiklopedisi, Mf. V., İstanbul. • Aykut, A. Sait (2000) İbn Battûta Seyahatnâmesi I, (çeviri, inceleme ve notlar), YKY, İstanbul, s. 234. • Briffault, Robert (1990) Analar, Şemsa Yeğin (çev.), Payel Yayınevi, İstanbul. • Campbell, Joseph (1993) Doğu Mitolojisi, Kudret Emiroğlu (çev.), İmge Kitabevi, Ankara, s. 43. • Gadon, Elinor W. (1989) The Once and Future Goddess, HarperSanFrancisco, New York. • Gimbutas, Marija (1991) The Language Of Goddess, HarperSanFrancisco, New York. (resimlerin numaraları: 41 ve 142 (kapıyla ilişkililer), 228 (gebe karın benzeri fırın örneği), 236 (haç biçimli gövde mezar), 237 (Malta’dan tanrıça gövdeli tapınak planı), 242 (tanrıça gövdeli tapınak planı Yugoslavya’da), 257 (labirent kadın gövdesinin içinde). • Higgins, Reynold (1994) Minoan And Mycenaean Art, Thames And Hudson, Londra, s. 89. • Jean, Eric (2001) Boğazköy’den Karatepe’ye, YKY, İstanbul, s. 178. • Kramer, Samuel N. (2000) Sümerlerin Kurnaz Tanrısı Enki, Hamide Koyukan (çev.), Kabalcı, İstanbul. Mellaart, James (1998) Yakındoğu’nun En Eski Uygarlıkları, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Bilgi Altıok (çev.), İstanbul, s. 16, 31, 49. • Murray, Margaret A. (1973) The Splendour That Was Egypt, Book Club Associates, London, s. 115. • Walker, Barbara G. (1996) The Women’s Encyclopedia Of Myths And Secrets, Castle Books, New Jersey. Yazının yayınlandığı yer: Mimarist, 14, Kış 2004, s.67-72.