Kamusal Alanda Kamu Hizmetinin Sınırı

Kamusal alan ve kamu hizmeti ifadeleri; anlamları çok iyi bilinmemekle birlikte, Türkiye’de sürekli tartışılan önemli bir meseleyi teşkil ediyor. Önemli, çünkü kimlerin kendilerini memleketin “aslî sahibi, özgür ve üstün insanlar” ve kimleri de “köle ve aşağı tabakanın insanları” olarak gördüklerini, buraya bakarak anlayabilirsiniz. İşin daha da garip tarafı, bu ifadeleri dillerine dolayanların böyle bir şey yaparlarken kendilerini bir de “cumhuriyetçi” veya “demokrat” ya da “liberal” diye takdim etmeleridir. Tüm bu kargaşanın nedeni, şüphe yok ki hem kavramların orijininden hem de tanımlarından bihaber olunmasıdır.

Kamusal alan nedir

“Kamusal alan” deyimi, modernleşmeyle birlikte Batı’da kullanılmaya başlanan bir deyim olup, farklı ahlak ya da dinlere yahut da ideolojilere mensup olan insanların devlet tarafından “eşit” tanınacağını ve onlara “eşit” muamele edileceğini ve kendilerine ait, mahrem-özel alanlarına ise asla karışılamayacağını ve dokunulamayacağını, yani hiç kimsenin o alanda (mahrem-özel alanda) bir diğerinin eşiti olamayacağını belirtmek üzere icat edilmiştir. Kamusal alan; herkese ait, herkese açık, herkesin hizmet verip-hizmet alabileceği resmî ya da sivil, müşterek kullanım alanı demektir. Özel alan ise bireylerin kendilerine mahsus mahremiyet alanları, kendi evleridir. Biraz daha açık olunsun isteniyorsa: Herkesin aynı dine inandığı, modern öncesi geleneksel toplumlar, resmi bir din anlayışı (mesela Katolisizm) tarafından dizayn edildiklerinden ve orada ahlak ile hukuk arasında da herhangi bir ayrım yapılmadığından, daha doğrusu ahlak, hukuku determine ettiğinden, ne “kamusal-özel” ayrımları söz konusu idi ne de farklı dinlere ya da dinî yorumlara mensup insanlar “eşit” kabul ediliyordu.

Modernite, bu eşitsizlik halinden kurtulmak üzere yaratılan yeni-rasyonel hayat tarzına verilen isimdir. Artık her türlü meşruiyetin kaynağı; farklılıklardan, farklı kesimlerden müteşekkil olmasına rağmen halkın-milletin kendisidir. Cumhuriyet de “eşitlik” temelindeki siyasi örgütlenmenin adıdır. Cumhuriyette imtiyazlılar olamayacağı gibi, farklı din ya da ideoloji mensubu oldukları için eşitsiz kabul edilecek zümreler de yoktur. Yani, eşitlik yoksa cumhuriyet de yoktur. Olsa olsa onun adı diktatörlük ya da oligarşi olur. Türkiye’deki “nominal cumhuriyetçiler”, gerçekte oligarşiden, diktatörlükten yana olanlardır. Cumhuriyetçilik iddiasında bulunanların gerçek cumhuriyetçi mi yoksa nominal cumhuriyetçi mi olduklarını anlamak için yapılması gereken çok basittir, o da eşitliği kabul edip etmediklerine bakmaktır.

Cumhuriyetin eşitliği

Eşitlik, şüphesiz farklılıkları muayyen bir formda “eşitleme” değil, farklılıklara “eşit muamele” göstermektir. Şayet Türkiye’deki nominal cumhuriyetçilerin manipüle ettikleri şekilde, onların kararlaştırdıkları forma sokma anlamında “eşitleme” olsaydı, rejimin adı oligarşi olurdu. Çünkü belirli bir forma imtiyaz tanımak, sadece oligarşilerde mümkündür. Kim bilir, belki de nominal cumhuriyetçiler imtiyazlarını devam ettirebilmek için “cumhuriyetçi” görünmek zorunda kalmaktadırlar. Bu manipülasyona kanmama sorumluluğu halkta-millettedir. “Herkes siyasi-teknik işlerden anlamaz”, deniyorsa o taktirde de işin bir manipülasyon olduğunu halka-millete göstermek, elbette halka-millete mensup entelektüelerdedir.

“Kamu hizmeti” deyimine gelince: Hizmetten kasıt, toplumsal bir fonksiyonu icra etmek, bir ihtiyacı karşılamaktan ibarettir. Mesela; işçilik, öğretmenlik, doktorluk, hukukçuluk, askerlik, vs. Acaba herhangi bir işi yapabilmek için, niçin şu ya da bu kıyafet zorunlu olacakmış? İşleri insanlar mı yapıyorlar yoksa kıyafetleri mi? Nasreddin Hoca‘nın “ye kürküm ye” fıkrasına rahmet okutacak bir mantık. “Şu kıyafette olursanız taraflı, bu kıyafette olursanız tarafsız olursunuz” diyenler, niyetleri aldatmak değilse tüm insanlığın tabiî olduğu “mantık ilkeleri” dışında kendilerine mahsus bir tarzda “akıl yürütüyorlar” demektir. Daha doğrusu pozitivistlerin “din ve metafizik karşıtı ideolojileri”ne bağlı olduklarından akıl yürütemiyorlar demektir.

Nominal bir liberalin yazmış olduğu bir “makale”de (aynı şeyleri tekrarlamaya hâlâ devam ediyor) sergilediği (üstelik de muhafazakâr bir gazetede) şu mantık dışı “akıl yürütme” tarzı çok ibretamizdir :

“...ikibinlerin Türkiye’sinde kamu hizmeti üreten kişilerden davranış ve görünüm olarak tarafsızlığı talep etmek çok daha normal. Kamu hizmeti kavramı zaten doğası gereği tüm vatandaşlara ulaşması gereken, renksiz, kokusuz, yansız olması gereken bir kavram. Hizmet alanla veren karıştırılmasın. Bu temel nedenlerden kamu hizmeti üreten kişiden parti rozeti, türban ya da ideolojik tercihini görünür hale getiren bir başka simgeyi kullanmamasını talep etmek doğal. Türbanın bir ideolojik simge olup olmadığı tartışması kanımca bugün için anlamsız, zira şayet toplumun belirli bir bölümü türbanda ideolojik bir simge görüyor ise bu duyarlığa da saygı göstermek gerekiyor. Türbanlı bir hanım ile davalı olan başka bir yurttaşın karşısında türbanlı bir hakim görmesi durumunda davanın sağlıklı bir süreç içinde yürüyeceğine ilişkin duyabileceği kuşkuyu anlamak gerekmektedir. Muhtemelen türbanlı hakim hanım tarafsız davranabilecek bir dirayete sahiptir ama davanın selametinden kuşku duyan yurttaşın da hakkının sistem tarafından korunması gerekmektedir.”

Bir analiz denemesi

Bu “pozitivist akıl yürütme” tarzını hakiki mantıkla tahlil edelim:

* “...ikibinlerin Türkiye’sinde” ifadesi, tarafsızlığı değil; “pozitivist-ilerlemeci ideoloji” taraftarlığını gösterir (bu ideoloji açısından bakıldığında; zaman değişince ahlak da hukuk da değişirmiş, daha doğrusu ahlak da hukuk da dinî ya da metafizikî kavramlar olduğundan anlamsızlarmış).

* Kamu hizmeti vermek, düşünsel-dinsel anlamda “tarafsız” olmayı (böyle bir şey nasıl mümkün olacaksa) niçin gerektirsin? Fonksiyonunuzu icra ettikten, yapmanız gereken işi yaptıktan sonra, hangi tarafı tuttuğunuzdan kime ne?

* “Hayır böyle hizmet verilmez”, diyorsanız, devletin ne gibi fonksiyonları var zannediyorsunuz?

* Devletin varlık nedeni, icra edilmesi gereken fonksiyonların icrasını sağlayarak insanların hukukunu muhafazadan başka nedir ki?

* Türbanlılık ideolojik bir simge oluyorsa türbansızlık niçin olmasın?

* İdeolojik simgeler niçin suç olsun ki?

* Parti rozeti ile türban (daha doğrusu başörtüsü), aynı ölçülerde temel ve doğal bir hakkı mı çağrıştırıyor?

* Türbanda ideolojik bir simge görenlerin duyarlılığına saygı göstermek gerekiyor da görmeyenlerinkine gerekmiyor mu?

* Türbanlı bir hanım ile davalı olan türbansız başka bir yurttaşın, karşısında türbanlı bir hakim görmesi durumunda davanın sağlıklı bir süreç içinde yürüyeceğine ilişkin duyabileceği kuşkuyu anlamak gerekiyor da türbanlı bir hanımın, karşısında türbansız bir hakim görmesi durumunda davanın sağlıklı bir süreç içinde yürüyeceğine ilişkin duyabileceği kuşkuyu anlamak gerekmiyor mu?

* Türbansız olanlar türbanlı hakimden (hakimeden) ötürü davanın selametinden kuşku duyabilirlerse türbanlı olanlar türbansız hakimden (hakimeden) ötürü davanın selametinden kuşku duyamazlar mı?

Yoksa devlet bir baskı aracı mıdır

* “Kamu hizmeti üreticisi-tüketicisi” ayrımı hangi mantığa göre somut bir kriter diye kabul edilebilir?

Bu nevi manipülasyonlar nasıl oluyor da “çözüm arayışı” olarak takdim ediliyor? Şüphe yok ki Türkiye’de halkın-milletin; cumhuriyeti, demokrasiyi, liberalizmi hakkıyla sahiplenememesi bu nevi nominal yaklaşımlar yüzündendir. Oysa cumhuriyet de demokrasi de liberalizm de halkın-milletin selametinedir.

Görünen o ki kendilerini bu halka-millete mensup hissedenlerin, ahlak ve hukuk temelli düşünce ve eylemlerine, halkın-milletin dışında, nominal cumhuriyetçiler veya nominal demokratlar ya da nominal liberaller nezdinde meşruiyet aramaları boşunadır. Onlara benzemedikleri taktirde onları asla hoşnut edemeyeceklerdir. Sahi, yoksa devlet, Marks’ın dediği gibi “egemen-oligark sınıfın baskı aracı mıdır?”

Neşet TOKU / Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi