Kendimizi Aldatmayalım



İstanbul kent olamamış metropollerin başında gelir. Bu nedenle İstanbul sadece doğasına âşık olunan, üzerindekilerle insana dehşet veren bir yerdir.

Türkiye'-nin son yıllarda yaşadığı en önemli kültür olaylarından birisi İstanbul'da toplanacak 'Mimarlar Kongresi'dir. Dünyanın birçok yerinden bu kadar önemli mimarın İstanbul gibi tarihsel anlamda da, güncel anlamda da önemi bu ölçüde belirgin bir şehirde bir araya gelmesi başlı başına bir iştir. Umarız bu kongre içerdiği çok çeşitli etkinlikleriyle beklediğimiz sonucu üretir; yani, İstanbul'da bir kent, bir mimarlık bilincinin oluşmasını sağlar.
Daha önce bu sayfada yazdığım farklı yazılarda mimarlığın tüm öteki insan etkinliklerinden çok daha farklı bir önemi olduğuna değinmişimdir. Mimarlığı ideolojik açıdan ele alacak olursanız tüm öteki sanatlardan çok daha güçlü ve etkili olduğunu görürsünüz. Bir kere sözcük olarak bakıldığında mimarlık 'jenerik', genel bir kavramdır ve sadece bina yapmak anlamına gelmez. Bana göre insan eliyle düzenlenmiş her şeyin kendi içinde bir mimarisi vardır. Bununla birlikte önemli olanı insanın yaşama çevresini hazırlayan mimarlık girişimleri ve etkinlikleridir. İçinde yaşadığımız küçük bir odadan, evden bir kente ve nihayet onu meydana getiren sayısız bileşkeye kadar her şey mimarlığın kapsamı içine girer. Daha önemlisi ise özellikle kentsel alanın ve onu dokuyan mimarlığın sahip olduğu ideolojik özdür.

Yaşama biçimi ve bina
Kent, kendiliğinden oluşan bir şey değildir. Kent dediğimiz şey ya doğrudan bir etkinliğe maruz kalarak meydana gelir, örneğin belli bir otorite kararıyla kente yön verecek girişimlerde bulunulur ya da kent insan hareketleriyle kendi kendisini sosyoloji olarak üretir. Dikkat çeken şey her iki yöntemin de bir mimariyi doğurmasıdır. Ondan sonrasını da o mimarinin getirdiği 'yaşama biçimleri' tayin eder. Bu yüzden mimariyi toplumsal kuramın dışında ele almak olanaksızdır.

O kadar böyledir ki bu, görselliğin her alanında, mekân dediğimiz olgunun ortaya çıktığı her noktada mimari ayrı bir içerik önemi kazanarak kendisini dışa vurur. Biz üstünde yeterince durmuyoruz, fakat bir kültür birikimi olarak baktığımızda sinemanın, cinsiyetin, korkunun, ütopyaların, siyasal rejimlerin, edebiyatın ayrı ayrı mimarlıkları olduğunu saptamak mümkün. Kısacası söz konusu edilen hangi alan olursa olsun mimarlıkla belli, ciddi, etkileşimli bir ilişki içindedir. Önemli olan kültür kuramcılarının, mimarlık düşünürlerinin bunları deşip ortaya çıkarmasıdır. Her mimari üretim bir felsefe içerir. Onu algılamadan, saptamadan ve çözümlemeden daha ileriye gitmek olanaksızdır. 'Olanaksızdır' derken açılımlardan söz ediyorum. Bir yapı kurmanın ve yaşama üretmenin karmaşık bir şey olduğunu, sıradanlığı içermediğini dile getirmeye çalışıyorum.

Göçebe kalmış kültür
Türkiye'nin kültür ikliminde en çorak olduğu nokta bu. Göçebeliğe geç kalmış, henüz göçebelikten kurtulmamış bir kültür Anadolu Türk kültürü. Yerleşikliği ne önemsiyor ne de biliyor. Kent denilen olguyla modern manada karşılaşması ise daha da yakın bir dönemde ortaya çıkıyor. Anadolu kentlerinin otantik bir birikimi var fakat bir yerleşiklik, dolayısıyla da kalıcılık/korumacılık bilincine dayanmıyor o dokular. Uzun süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi mimarlık açısından neredeyse çevresi olmayan, çemberi bulunmayan bir merkez gibidir. 'İşlenen' bir tek İstanbul'dur. Ötesi ise sadece imparatorluk ideolojisini yerleştirmeyi amaçlayan 'imarın' (han, hamam, bedesten) öne çıkartılmasıdır. Yerel mimarlık ise başlı başına bir mesele. Çağa, ortama bağlıdır. Koşullar değişince iş tarihe intikal eder. Bu olumsuz durumun ortaya çıkmasında elbette Anadolu mimarlığının ahşaba dayanmasının büyük rolü var. Kalıcılığı zamanın tırpanladığı bir süreçtir ahşap yapı mimarlığı.

Bugün ise sorun bambaşka. Karşımızda kent olamamış metropoller var. İstanbul onların başında geliyor. Âşık olunan İstanbul kenti değildir. İstanbul coğrafyasının doğallığına âşık oluyor insanlar. Zamanında bir yazarımızın söylediği gibi 'tabiatın yaptığı her şeyin ulvi, insanın yaptığı her şeyin süfli' olduğu bir yerdir İstanbul. Altyapısı inşa edilmemiştir, trafiği bataktır, yapılaşması ürperticidir. Başka bir gözle bakıldığında bir korku, dehşet kentidir İstanbul. Hiç kendimizi aldatmaya gerek yok. İstanbul budur. Üstelik, bu sorunun aşılması artık olanaksız denilecek kadar zordur. Bir uçtan bir uca yüzlerce kilometreyi bulan bir kentin sorunları bugünkü yaklaşımlarla çözülmez. Her çözümün kendisi soruna dönüşür bu modelde. Bu, İstanbul'da böyledir de başka kentlerde farklı mı? Hayır, değildir. Anadolu'yu dolaştıkça aynı sorunların o kentlere de çığ gibi indiğini görüyorum.

Gene de iyimser yanından bakarak bu sorunu kuşatacak olursak, çözümün doğrudan kent ölçeğinde olmayacağını, bu işin hale yola girmesinin öncelikle bir 'kültür' sorunu olarak ele alınması gerektiğini belirtelim. Eğer bir estetik bilinç verilmezse bir toplumun insanlarına, 'kültür' denilen şey bütün boyutlarıyla bir toplumda sırra kadem basmışsa o insan topluluğunun herhangi bir soruna çare değil, 'üretken çare' geliştirmesi olanaksızdır. Bugün bizim yaşadığımız sorun da budur. Ama bu anlayışın gizlice içerdiği 'yerleşiklik' ve her kültür önermesinin doğasında barındırdığı 'geçmiş birikimi' düşüncesi söz konusu edilebilir mi diye soracak olursanız yanıtım gene olumsuz olmasa bile kuşkulu olacaktır. Sorun kültür düzeyidir öncelikle. Bu mimarları da kuşatır. Çünkü, bugün şikâyet ettiğimiz çok şey doğrudan doğruya o anlı şanlı mimarlarımızın 'eseridir'. Ne bileyim, mesela, 'Gökkafes'i de bir mimar yapmıştır sonunda.

Acaba yapılacak çok işin olmasını yapılacak bir işin olmadığı şeklinde yorumlayacak bir akıl veya kurgu var mıdır?

Hasan Bülent Kahraman