Kent, Dönüşüm ve Mücadele



Kentler, sermayenin salt kendi öznelliğindeki edinimleri dahilinde, yok olması için "inşa" edilirken, bizler, kentlerin "mülkiyetini" üzerlerinde tutanlar, kent "sakinleri", mültecileşiyor. Mekân kullanılır ve tüketilir en nihayetinde. Ancak mültecileşen toplam, bu sebepten, kentlerin tüketilmesinde ve yeniden üretilmesinde dışsal kaldığı için yabancılaşıyor ve uzaklaşıyor. Tüm bu süreç elbette toplumsal olduğu kadar fiziksel bir süreçtir ve elbette temel belirleyen sermayenin tarihsel çelişkileridir.

İnsanların kendi yaşam alanlarında sığınmacı haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Süreci ve başta yaptığım vurguyu bir alıntıyla güçlendirirsek, "...Sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. (...) Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır." (1) Evet, sürgün nihai bir kayıp durumudur ve bugün, kentsel dönüşüm sürecinin tanımladığı tam da böylesi bir kayıptır. Bununla birlikte, kentsel dönüşüm hadisesi, bir biçim sorunu değildir. İktidarı elinde bulunduran sınıfın kendi çıkarlarına göre hareket etmesidir, tüm bu yaşananlar. Kentlerin "sahiplenilmesi" gerekiyor ve mücadele de bu noktada başlamalıdır. Bu sürgünlük nihai değildir.

Mekânların "farklılaşması" konusu, teknik bir mesele olarak, Sanayi Devriminin hemen ardından gündeme gelen önemli bir kentsel sorundur. Lakin mekânların farklılıklar arz etmesi yeni bir kavram değildi. Mülkiyeti elinde bulunduranın özellikleriyle, hatta coğrafi, sosyal, kültürel sebeplerle kentler/mekânlar farklılık gösterir. Ancak burada bahsedilen farklılaşma, kent ölçeğinde ele alınış şekliyle alakalı olan ya da metropoliten gelişmelerde görülebilen farklılaşmalardır.

Başka bir ifadeyle, egemen gücü elinde bulunduran ekonomik, siyasi, askeri vb. belirleyenin çıkarları doğrultusunda gerçekleşen bilinçli değişimler ve yıkımlardır. Sermaye, doğası gereği, kendine yeni yaşam alanları/varoluş mekânları yaratmak zorundadır ve aynı zamanda, bölgesel farklılıkları kullanarak, kimi zaman da bölgesel farklılıklar yaratarak, gelişimini devam ettirmek arzusundadır. Bu noktada karşısına çıkacak yegâne sorun, verili yaşam alanlarının tasfiye edilmesidir. Çünkü bu karşı karşıya gelişin yaşanacağı en can alıcı yerler, tartışmasız, kent merkezleridir.

Gelişen kentlerde kent merkezleri daha çok yönetim organizasyonlarına ayrılırken, reel üretim, kent merkezlerinden öteleniyor. Dolayısıyla bu alanlarda istihdam edilmiş olan işçiler de bundan payını alıyor, kent merkezlerini bırakmak zorunda kalıyor, yaşamlarını devam ettirebilmeleri için, emeklerini satacakları alanlara daha yakın yerlere taşınmak zorunda bırakılıyor. Kentsel gelişimin süreklilik arz eden bu döngüsü, nüfus artışı, çarpık kentleşme ya da üretim araçlarının farklılaşması gibi olgularla değişiyor, ancak özü aynı kalıyor. Mesele aslında sayısız parametreye sahiptir. Bu parametreler, kent merkezinden ötelenen ve mecburi olarak kent çevresinde kendine yeni alanlar yaratan üretim araçlarının teknolojileri, bahsi geçen sürecin yaşandığı alanın tarihsel önemi, bugünkü ekonomik varyasyonları gibi başlıklarda çoğaltılabilir. Yazının yörüngesinden uzaklaşmamak için burada tüm bu başlıklara değinilmeyecektir (2).

Model İstanbul
Bu noktada bir modele ihtiyacımız olduğunu ve İstanbul'un konumuz için etkili bir model olacağını düşünüyorum. Nedeni basit: "İstanbul'da yaşanan tüm bu mekânsal hareketliliğin oturduğu zemin, sermayenin etkisini daha da artırmak istemesinden başka bir şey değildir". İstanbul'da son dönemde adına kentsel dönüşüm denilen metamorfoz sürecinin ana hattını yine sermayenin kendine yeni yaşam alanları yaratma çatışkısı oluşturuyor.
Oldukça göreli bir kavram olan "dönüşüm", kentsel şebekelerin hemen hemen tüm alanlarında görülebilir. Ve bunların tümü kendi içlerinde ve aralarında çatışır.

Bu noktada, kentlerin dışa açılması aslında kentlerin içe kapanmasını da tanımlar, mekânların mekânı kullananlara göre değerlendirilmesi gerektiği halde, araçlara (örneğin otomobillere) göre tasarlanması ciddi bir insani karşıtlık arz eder. Tarihsel altyapının ve mekânların korunması ve yeni mekânlar için alanlar açılması ihtiyacı tam bir dramadır ya da trafik sorununu ortadan kaldırmak için yeni yollar inşa edilmesi çözümden öte yeni sorunları doğuracaktır. Bunların her biri başlı başına bir sorundur.

Yazının kapsamı dahilinde, belki de son söz olabilecek bir sözü burada kullanmak istiyorum. Elbette ki kentlerin, özellikle kent yoksullarının yaşam alanlarının ciddi bir dönüşüme ihtiyacı var. Daha doğrusu bu alanların insanileştirilmeye ihtiyacı var. Bu toplumsal kolektifin olmazsa olmazı ve devletin öncelikli görevi. Ancak adına kentsel dönüşüm denilen bu talan yarışının tüm bunlara cevabı maddi değerler ve retorik tartışmalarının ötesine geçmiyor. Tartışmanın düğümlendiği nokta da burasıdır.

Mesele, kentlerin yeni, temiz, depreme dayanıklı ve sağlıklı yaşam alanlarına kavuşması söyleminin karşısına, kentin siluetinin bozulacağı gibi bir safsatayla, orayı yıkıp bina yapacaklarına park yapsınlar, kültür merkezi yapsınlar gibi basitliklerle ya da onlar yapacağına biz yapalım, bizim alternatif projemiz şudur gibi köylü köşe dönmeciliğiyle çıkılırsa, sistemin işlemesi açısından olumlanabilecek bir sonucun ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir.
Burada altını çizerek söylüyorum, bu başlıklara müdahale etmeyi, ileri bir siyasi söylem olarak ele alan yurtsever bir tavrın, kentsel dönüşüm olarak tanımlanan sermaye saldırısını olabildiğince basit ele alması gerekiyor. Tabii ki alternatif projeler tasarlanabilir, bölgesel ya da daha geniş çaplı değerlendirmeler içine girilebilir. Ancak bu değerlendirmeler işin ehli olanlarca yapıldığında ve mesleki ya da akademik tartışmalar kapsamında ele alındığında kabul edilebilir. Aksi halde elde saçma sapan bir yığın boşluk ve tüketilmiş bir siyasi gündem maddesi kalır.

Kuştepe, kentsel dönüşüm
Meselenin derinlemesine değerlendirilmesi de elbette her siyasi özne için bir mecburiyettir, ancak iş genele ya da toplumsal algıya seslenme noktasına geldiğinde az önce belirttiğim gibi basitleştirme gerekiyor. Örneğim, son dönemde gerçekleştirilen kimi yıkımlarla gündeme gelen, yaklaşık bir asırdır kentin önemli yerleşim alanlarından biri olan Kuştepe'deki kentsel dönüşüm projesi olacak.

Bölgede konuya ilişkin gerçekleştirilen bir röportaj, özellikle gündemi toplumsal zemine taşıyarak, sınıfsal bir vurgu yapmak hedefinde olan siyasi özneler için oldukça ön açıcı sonuçların çıkarılmasına olanak sağlayacaktır. Şöyle ki, bölgede yaşayanlara sorulan, "Kentsel Dönüşüm Projesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Neden sizi bu bölgeden atmaya çalışıyorlar?" sorusuna karşılık bir semt sakini, "Bu bölgeyi boşaltmalarına karşıyım. Ben yıllardır burada oturuyorum. Günlük işlerle geçimimi sağlıyorum. Buradan ayrılırsam yaşama şansım olmaz" şeklinde cevap veriyor.

İşte sözünü ettiğim, konunun toplumsal bir gündem haline getirilmesinde kullanılması gereken basitlik böyle bir şey. "Yaşam alanlarımızı elimizden alıp plazalar, alışveriş merkezleri ve lüks gökdelenler yapacaklar" söylemini kastediyorum. Elbette sorun, sadece bu yalınlıkta ele alınmamalı ama derinlemesine değerlendirme işin uzmanlarına bırakılmalı.

Kentsel dönüşüm projesini yürütenlerin ellerinde artık sözüm ona yeni bir silahları da var: Deprem. Son dönemde hızla yükselen deprem vurgularının, uyarılarının hemen ardından gazetelerde, televizyonlarda deprem dedelerin ve "bilim insanlarının" ağzından satılan konutların reklamları selamlıyor bizi. Hatta bazı reklamlarda insanın kanını donduran sahnelere de rastlanmaya başladı.

Evet, biliniyor ki İstanbul büyük bir deprem yaşayacak. Son olarak, "Kaçın! Kaçın!" çığlıkları arasında gerçekleştirilen deprem tatbikatının da gösterdiği gibi kent depreme hazır değil. Bununla birlikte, artık sayılamayacak kadar çoğalan inşaat şirketleri, deprem sonrası kenti yeniden inşa etme yarışında nasıl öne geçebileceklerini planlamaya başladılar bile.

Sahip olunan değerlerimiz ne kadar azsa, onları korumak için daha da dirençli bir şekilde karşı çıkarız. Bu oldukça insani bir reflekstir. Tabii ki elimize başka başka değerler tutturulamadıysa. Kentlerin dönüştürülmesinin yeni, sağlıklı, güvenli yaşam alanları yaratmak için olduğu palavrası gibi.

Kemal Özer, "Yürüdükçe Öğrenmenin Şarkısı" başlıklı şiirinde, 'Söylendiği yerde kalmıyor söz, durmadan ilerliyor alevi-içinde bir yürek varsa bir sözün, içinde bir alev varsa yüreğin-bir alan bir başka alanın, bir kent bir başka kentin yürüdükçe katıyor sınırlarına kendi sabırsız genişliğini' diyor. Söz sabırsız, katılmak istiyor alanlar dolusu genişliğe ve kentleri sarıyor alev. Sürgünlerin arasındayız belki de. Belki de her birimiz sürgünüz, bir kenti olmayan.

Özgen KURT: Sanat tarihçisi

Dipnotlar:
1-Edward Said, 'Kış Ruhu, Sürgün Üzerine Düşünceler', Metis Seçkileri-Edward Said-Kış Ruhu, İstanbul 2000, s. 28-42.
2-Sürecin ana hatlarını derinlemesine merak edenlere ve tarihsel bir değerlendirmeye ihtiyaç duyanlara, çok değerli bir doktora tezinden kitaplaştırılmış olan, Hakkı Yırtıcı'nın 'Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi' başlıklı kitabını öneririm. (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2005)