Sanayileşme süreciyle başlayan kentleşme; modernleşme, demokratikleşme,
bireyselleşme ve sivil toplum gibi önemli sosyolojik
değişiklikleri de beraberinde getirdi. Kentleşmeyle birlikte hayatımıza giren bu kavramlar,
bugün kentli bireyi ve onun kentle kurduğu ilişkiyi de tanımlıyor. Modern
kentlerde, birey ve kent arasında süre giden demokratik bir ilişki var. Bu
sürecin en önemli taşıyıcısı ise sivil toplum... Ancak henüz modernleşmemiş ve
kentleşememiş yerlerde ne tam anlamıyla demokrasiden ne de sivil toplumdan
bahsetmek mümkün.
Sanayileşme, teknolojik
gelişmeler ve kapitalizmin etkisi altındaki modern kentlerde, tarım toplumunda
hakim olan "biz" kavramı, yerini "ben"e bıraktı. Geniş aileler küçüldü,
çekirdek aileler ortaya çıktı. Akrabalık ilişkileri çözüldü. Modern birey
bir anlamda "yalnızlaştı". Daha önceleri baskın olan dini düşünce kalıpları kırıldı.
Feodal ilişki yapıları, yerini hukuk kurallarıyla sınırları çizilmiş ilişkilere
bıraktı. Dolayısıyla bireyler rasyonelleşti ve sekülerleşti. Bütün bunlar
da beraberinde demokratik toplum anlayışını getirdi. Kentli bireyin kent
yönetiminde söz sahibi olması ve demokratik sürece katılmasının en önemli aracı
ise sivil toplum oldu.
Bugün modernizmin öncüsü pek çok Avrupa kentine baktığımız
zaman, yukarıda çok kısa bir özetini yaptığım sosyolojik dönüşümlerin
yaşandığına şahit oluyoruz. Buraya kadar her şey normal... Ancak gözümün önüne
Türkiye’yi, özellikle yaşadığım kent İstanbul’u getirdiğim zaman bugüne kadar
bildiğim bütün sosyolojik kavramlar alt üst oluyor.
İstanbul’u kafamda tam olarak bir yere oturtmak için zihnimi
zorluyorum. Şimdi saymaya başlayalım...
Modernleşmenin ilk şartlarından biri
neydi? Sanayileşme... İstanbul sanayileşmiş bir kent mi? Büyük ölçüde evet... Git
gide sınırları genişleyen, Türkiye’nin en büyük sanayi kentinden
bahsediyoruz. Sanayileşme beraberinde teknolojik gelişmeyi de getirdi mi? Evet.
Teknoloji ürünlerinin üretimi olmasa da tüketimi konusunda bir harikayız! Mobil
İletişim Sistemleri ve Araçları İşadamları Derneği’nin (MOBİSAD) yaptırdığı ankete göre
cep telefonu değiştirme süremiz 24 ay. Yani ortalama iki yılda bir
cep telefonu değiştiriyoruz. Mesele modernleşmekse moderniz biz de... Avrupa ile
yarışamasa da biz de önemli bir sanayiye sahibiz. Teknolojik mal üretimimiz
henüz istediğimiz seviyede değil ama tüketme konusunda gerçekten başarılıyız.
Peki biz hâlâ neden o demokratik dönüşümü gerçekleştiremiyoruz?
Modern kent yaşamının en önemli göstergelerinden olan "biz" ve
"ben" ayrımından bahsettik. Oysa bizde hâlâ köy, kasaba, ilçe adlarını taşıyan
hemşeri dernekleri var. Mahallelerde aynı memleketten göçle gelen insanların
oluşturduğu kümeleşmeler yaşanıyor. Hemşerilik esasına dayanan bu tip bir örgütlenmede
gerçek anlamda bir demokrasi bilincinden nasıl bahsedeceğiz? Bu tarz kapalı
yapılanmaların içinde birey nasıl özgürleşecek? Kentle nasıl bütünleşecek ve
kent yaşamına katılacak? Kent içinde küçük küçük köyler olarak varlığını devam
ettiren bu yapı, kentin modernleşmesine nasıl bir katkı sağlayacak? Düşünün bir
kere, bizim kent hayatımızda "mangal" diye bir olay var. Hangi sosyolojik kavram
bana "mangal"ı açıklayabilir ki? Hafta sonu 3-4 ailenin mahalleden kaldırdığı
minibüslerle, en yakın sahil şeridine uzanıp gelsin kanatlar, gitsin köfteler
tadında eğlendiği bu "sosyal aktivite"yi modern kentin neresine yerleştirmemiz
gerekiyor?
Modern kentlerdeki sekülerleşmeyi de maalesef hala hayata geçiremedik.
Düşünün ki bundan birkaç sene önce biz hâlâ Taksim Meydanı’na cami yapılmalı
mı, yapılmamalı mı konusunu tartışıyorduk. Bugün İstanbul’da yaşayan bir
kısım "kentliler", kendilerini hâlâ mensubu oldukları dini cemaate göre tanımlıyor,
kimlik kazanıyorlar. Kentsel rantın önemli bir kısmı, aynı dini cemaat
arasında pay ediliyor. Yeteri kadar rasyonelleştiğimiz de söylenemez.
Bugün İstanbul gibi bir kentte bile, kırsal kesimden gelip oradaki yaşam tarzını
devam ettirenler arasındaki çoğu ilişki feodal bir özellik
taşıyor.
Bütün bunları göz
önüne aldığımızda, bireyin kent yönetiminde söz sahibi olduğu demokratik bir kent
yapısından bahsetmek mümkün olmuyor. Kentle ilgili hiçbir karar sürecine katılamıyoruz.
Bir gün "Haydarpaşa Garı otel yapılacak" sözleri havada uçuşuyor, başka bir gün
İstanbul’un belki en sakin semti Moda’da yükselen kocaman bir binayla burun
buruna geliyoruz. Bütün bunlar olurken, kentin gerçek sahipleri olan bizlerin fikrini
kimse almıyor.
Sonuçta Mimarlar Odası’nın başvuruları sonuç veriyor
ve Haydarpaşa projesi şimdilik rafa kalkıyor. Moda’daki Corner Otel’in
yapımına engel olamasalar da Modalılar da bir araya gelip ciddi bir
muhalefet gösteriyorlar. Bu iki örnek gösteriyor ki kent yönetimine katılmak ve
bizi etkileyen karar alma süreçlerinde aktif rol almak için örgütlü bir
yapının varlığı şart.
Küçük bir araştırma yaptığımda büyük kentlerde söyleyecek sözü olan,
karar süreçlerine katılmak isteyen veya sadece sıcak komşuluk ilişkilerini devam
ettirmeyi amaçlayan birçok sivil inisiyatifin var olduğunu gördüm. Hepsinin yakındığı
ortak nokta, insanların bir şeyleri değiştirebileceklerine inanmamaları. Bu yüzden onlara
göre sivil inisiyatiflerin kısıtlı bir etki alanı var.
Ancak yine de hepsi "yaşadığım kentte ben de söz sahibiyim" diyor ve biraraya gelince
kendilerine olan güvenlerinin arttığını söylüyorlar.
Bugün kuruluş amacına ve katılımcı sayısına göre farklılaşan
çeşitli oluşumlar çalışmalarını sürdürüyor. Semt bazında örgütlenmiş sivil
inisiyatiflerin tamamına burada yer vermemiz maalesef mümkün değil. Bu yüzden
farklı çalışmalar yürüten beş sivil inisiyatifin temsilcileriyle görüştük. Adını
Ankara’da renkli eylemlerle duyuran Saltanata Son Gönüllüleri, Sarıyerlilerin
sorunlarına ortak çözüm bulmak için kurdukları Sarı Platform, daha çok yardım
organizasyonları gerçekleştiren Koşuyolu Gönüllüleri, sanatsal ve kültürel
aktivitelere yoğunlaşan Moda Gönüllüler ve "3. köprüye hayır" diyerek ortaya
çıkan Arnavutköy Semt Girişimi. Hepsinin ortak özelliği ise, kent kültürünün
oluşmasında en önemli sac ayaklarından biri olan demokrasiye
inanmaları...