Küresel kapitalizm kasırgasının azgın çevrimine biraz daha dahil olduğu son
30 yılda, Türkiye’de, birçok şey gibi, kentlerin dokusunda, kentlilerin
yaşamlarında da önemli değişikler yaşanıyor. Dış kaynağa bağımlı büyüme, tarımı,
dolayısıyla kırları yoksullaştırıp göçleri kamçılayınca, nüfusun dörtte üçünün
irili ufaklı kentlerde yaşadığı bir Türkiye’deyiz artık. Hayat, büyük ölçüde
kentlerde akıyor, kentler arasında yeni işbölümleri oluşuyor. Kısaca, küresel
kapitalizm kasırgasıyla küçük-büyük bütün kentlerin başına bir şeyler geliyor.
Sermaye birikimi için, farklı farklı olsa da kentler, yeni kulvarlar. Kent
rantı, artık-değerin öne çıkan gözde biçimi. Bu İstanbul için farklı, diğer
kentler için farklı boyutlarda olsa da, sermaye, merkezi ve yerel iktidarı da
kullanarak kent rantından daha fazlasını elde etmeye çalışıyor.
Yeni sermaye birikimleri için kentlerin genleriyle oynanıyor, dokuları
zedeleniyor, toplumsal değerler tarumar ediliyor. Tabii ki bundan birinci
derecede etkilenenler, kentte yaşamaya, kentte barınmaya, tutunmaya çalışanlar,
özellikle de emeği ile geçinmeye çalışanlar. Başta İstanbul olmak üzere kentler
halden hale sokulurken, rantı yükselen bölgelerden, RTE’nin çiftliği TOKİ eliyle
gerçekleştirilen kentsel dönüşüm ile, alt-orta sınıflar sürülmek isteniyor,
kültür, tarih varlıkları, kamusal yapılar özelleştiriliyor, ticarileştiriliyor,
yağmalanıyor, topluma yeni yaşam imajları empoze edilerek konut için korunmalı,
havuzlu site hayatı, rezidanslar; alışveriş için AVM’ler “moda” hale
getiriliyor. Bu yaşam biçimi, İstanbul’dan dalga dalga, irili ufaklı bütün
Anadolu kentlerine taşınıyor. Kentler tektipleştiriliyor…
***
Anadolu’daki her kentin özelliğine göre, sermaye birikimi, kenti
biçimlendiriyor, kenti metalaştırıp ticarileştiriyor. Turizm potansiyeli olan
kentte, endüstriyel turizm yatırımlarıyla; doğal kaynağı olan kentte çevreyi yok
etme pahasına enerji yatırımlarıyla kentin genine müdahale ediliyor.
Kentlerin başına gelenleri anlamak için Mimarlar Odası’nın Kent, Kültür,
Demokrasi başlıklı programı kapsamında iki ay önce Sinop’ta, geçen hafta sonu da
Antakya’da gördüklerimiz, nasıl bir kıyamete yol aldığımızı göstermek için
yetiyordu. Sinop, ithal kömürle termik santral, ardından nükleer santral
inşasıyla “duman” edilecekti. Antakya’nın kültür-inanç turizmi potansiyeli için
kollar sıvanmış, kentin yakınındaki bir tarım arazisine bir “Turizm
Disneyland’ı” kurmak için harekete geçilmişti. Dünyanın ikinci büyük mozaik
müzesini de kentin kalbinden alıp bu “Disneyland”ın içine koyacaklardı. Konu
metalaşma, ticarileşme olunca, konsept değişmiyordu; Antalya’da kum-deniz-güneş
satmak için inşa edilen kentten, insanlardan, kültürlerden kopuk “tatil köyü”
konseptinin benzerini inanç turizmi potansiyeli olan Antakya için
hazırlıyorlardı. “Turisti neredeyse kente sokmadan, kent dışındaki Disneyland’a
almak, orada konaklatmak, mozaikleri orada göstermek, termal kaynakları satmak,
orada yedirip içirip oradan göndermek”…
Konu para, turizmden para kazanmak olunca, kentin onarıma, iyileştirmeye
muhtaç her kültür varlığına, yerlisi-yabancısıyla tüm muktedirler, varsa yoksa
“turizm endüstrisi” optiğinden bakıyor. Antakya’nın başına, taşlaşmış,
betonlaşmış Antalya’nın başına gelenlerin gelmesinin kaçınılmaz olduğunu
söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.
***
Kentlerin başına gelenler, aslında, kentte yaşayan ve emeğinden başka satacak
şeyi olmayanların başına geliyor. Barındıkları yerlerden ediliyorlar,
yerlerinden yurtlarından ediliyorlar, işsiz bırakılıyorlar, ancak, inşaatlarda,
turistik işyerlerinde düşük ücretli, güvencesiz işlerle yaşayabiliyorlar.
Kentlerin gerçek sahiplerinin, çocukluklarını yaşadıkları bahçeli, avlulu evleri
hızla betonlaştırılıyor, yeşilleri yok ediliyor, havaları kirleniyor. Kenti para
kaynağı gören neoliberal belediyeler, kentliyi de bir müşteri gibi görüyor,
ürettiği su, gaz, ulaşım ve diğer hizmetlerden azami kârı hedefliyor. Bu
hizmetleri hızla taşeronlara, giderek özel firmalara devrederek yerel yönetimde
ticarileşmeyi tırmandırıyor.
Kentin alt orta sınıflarının bütün bu olup bitenlere, saldırılara karşı
kentte, sokaktan örgütlenerek karşı koyması gerekiyor. Slogan şu olmalı: Kentine
ve kendine sahip çık!.