Kentleri Masaya Yatırmak



10. Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi bu defa çok zorlu bir işin üstesinden gelmeye çalışıyor. Bu bienalin ortaya koyduğu sorunsal belki de en iyi, London School of Economics'ten Saskia Sassen'in bienal kataloguna yazdığı "Neden şehirler önemli" başlıklı makaleden çıkarılabilir.

Öneri şu: "Şehirlerin durumunu kavramak". Şehirlerde ulusal düzeylerden çok farklı çalışan yeni dinamiklerin ortaya çıkışı söz konusu. Küresel dinamiklerin şehirlerde materyalize olması, şehir ekonomisi, şehirlerin ekonomik yaratıcılıkları, devletlerin şehirler üzerindeki hakimiyetlerini kaybetmeleri. Aynı zamanda yeni alternatiflerin ortaya çıkışı: Örneğin yaratıcı sektörlerin ve yeni tür işler yapan profesyonellerin şirketler üzerinden değil, şehirlerin enformel üretim alanları üzerinden ileri kapitalizmle bütünleşmeleri.

Serginin giriş bölümü de bu değişimi tartışmaya açıyor: "Dünyanın geleceğini şehirler belirleyecek. 1910'larda yüzde 10'larda olan kentli nüfus, bugün yüzde 50'lere tırmanıyor, 2000'li yılların ortalarına doğru yüzde 75'lere çıkacak..." Şehirlerin ulusal ve küresel ölçekte kazandığı yeni pozisyon, dünyanın onlar üzerinden yeni bir sosyal örgütlenmeye doğru gittiğini gösteriyor. Belki de bu tartışmaya katılmak için ilk önce bienalin ne yaptığına ve Venedik'e neler kazandırdığına bir bakmak lazım: Bugün fosil bir kente dönüşme potansiyeline karşı bienalin Venedik'i canlandırdığı, hatta küresel bir merkez haline getirdiği söylenebilir. Kentin tarihi, hafızası özgürleştirilerek, güncel sanat için küresel çekim alanına dönüştürülmek için kullanılıyor. Kentin tersanesi yalnızca bir bienal mekânı değil, aynı zamanda bu tartışmaların da küresel bir toplanma, gösteri merkezi olmuş durumda. Bugün neredeyse İstanbul'un bir ilçesinin yarısı kadar nüfusu kalmış olan bu küçük kent üstlendiği misyon ile azman kentlere meydan okuyor.

Bienal mekânı
Kentin güneydoğu ucunda, tarihi tersane binaları içinde yer alan sergiler, konferanslar, güncel sanat projeleri ile süren Venedik Bienali, tanınmış işadamlarının (Bienal Dostları) da içinde bulunduğu Venedik Bienali Vakfı tarafından düzenleniyor. Bu etkinliklerin ana mekânı haline gelmiş bulunan tersane ise tamamen esnek ve farklı etkinliklere açık bir kullanıma tahsis edilmiş. 'Avrupa Birliği Kültürel Mirası Koruma Ödülü' alan yapıların bir bölümünde bir taraftan üretim hâlâ devam ederken, bir bölümü ise herhangi sabit bir işleve veya bir kuruma, ya da bir kuruluşun özel kullanım amacına bağlı olmaksızın, kentin kültürel bir merkez haline gelmesine adanmış bir etkinlikler mekânı haline getirilmiş.

Belki şunu da söylemek lazım: Tersane binalarının dışında veya içinde, bizim İstanbul'da alışık olduğumuz restorasyon çalışmalarının izine dahi rastlanmıyor. Örneğin bütün eski duvarların renkli sıvaları yer yer dökülmüş ve öyle bırakılmış. Görünüşten anlaşılan restorasyon çalışmalarının, tarihi yapılarda yüzyıllardır süren eskime sürecinde bir kopukluk yaratmaması, ama mimari uygulamaların bu süreci gözlemleyen, sürdürülebilir kılan ve ondan ayrışan bir faaliyet olarak gerçekleştirilmesi.

Tersanenin korunmasının maliyetinin yüzde 40'ını AB fonları, bir o kadarını sponsorlar ve kalanını da kent yönetimi sağlamış. Haliç'tekine benzer kuru havuzlarında bir taraftan üretim devam ederken, birçok kapalı ve açık mekânda bienal gerçekleştiriliyor. Bu alanın bugünkü mekânsal kurgusu ve tarih içindeki katmanlarından, bizdeki "koruma" çalışmaları sonucunda olduğu gibi restorasyonun tarihi ortadan kaldıran ve tek seferlik homojen bir bütüne dönüştüren değil, modern bir şey olduğu anlaşılıyor. Diğer tarafta içinde bienale özgü, geçiciliği tanımlı sergileme, dinlence, kitap satış, servis alanları ile tersane, gerçekleştirilen etkinlikleri kucaklayan bir işlev kazanıyor.

Yani restorasyon bir bakıma yapılar bütününün belge niteliğini ortadan kaldırmayan, gözlem altına alan bir uygulama. Yapılar hiçbir değişim geçirmeden duruyor, yalnızca döşemelerdeki delikler kapatılmış, toprak zeminlere stabilize malzemeler serilmiş, yürüyüş platformları yapılmış. Böylece tarihi mirasın korunmasının süslü malzemelerle yapılan farklı bir mimarlık kategorisi oluşturmadığını, güncel mimarlıkla ilgili bir sorunsal olduğunu görüyorsunuz. O kadar ki, İstanbul'daki Kızkulesi'nde bir zamanlar yapıldığı gibi, tersanenin tahmini olarak 1930'larda betonarme kolon, kiriş ve döşemelerle kısmen yenilenen ahşap strüktürleri dahi aynen korunmuş. Demirlerin paslanması ile çatlayan kirişlere bile dokunulmamış, yalnızca bir çökme olmaması için altlarına destekler konmuş.

Kentler sergisindeki İstanbul
İçinde İstanbul'un da bulunduğu 16 kentin yer aldığı 'kentler sergisi' ise belki de ilk defa dünyaya şehirler penceresinden bir bakış getiriyor. Yuvarlak bir giriş bölümünün içinden geçilerek başlayan sergi, şehirlerin birbiriyle ilişkileri, iletişim, ulaşım, altyapı, ekonomik göstergelerinin karşılaştırmalı olarak verildiği sunumlarla devam ediyor. Her kente ayrılan bölümlerle devam eden yüzlerce metre uzunluğundaki devasa sergi mekânının içinde, üzerinde yürünen büyük görüntülü platformlar, kentlerin seslerinin, müziklerin yer aldığı havaya asılı akustik kubbeler yer alıyor.

İstanbul'a gelince. Burada bir iç çekelim. Birçok kent kendi sorunlarını, bunları aşmak için geliştirdiği stratejileri, projeleri tanıtıyor. İstanbul'un sunumları ise bu bütünün içinde ne yazık ki en zayıf olanı. Bir örnek vermek gerekirse: İstanbul'un hayatına yön verecek olan bir proje olan Marmaray vasat bir müteahhit projesi gibi yer alıyor. Yenikapı istasyonu gibi muazzam bir düğüm noktası, sıradan bir alışveriş merkezinin basit bir inşaat projesi gibi sergileniyor. Bir tarafta konunun çok boyutlu olduğunu gösteren ve profesyonel enerjiyi harekete geçirmeye çabalayan bir ortam, buna hazır küresel bir ilgi, diğer tarafta, bütün imkanlarını elinin tersiyle iten, fırsatlarını halkı aleyhine harcayan bir kentin kamusal örgütsüzlüğü. Bu da mutlaka İstanbul hakkında gene yeterli bir fikir veriyor.

Mimarlığın sosyal boyutu
Bienalin açıldığı gün (10 Eylül) New York Times'a yazan Nicolai Ouroussoff'a göre, yeni inşa edilen merkezler, kentlerde ortaya çıkan sosyal eşitsizlikleri maskeliyor. Kentlere mimari müdahalelerin bir bölümü, planlama yöntemlerindeki tutarsızlığı gösteriyor. 'Star bina' akımı takıntısından uzak mimarlar ise, yeni formlar yaratmak için mimarlıkla sosyal gerçekler arasında bir köprü kurmaya çalışıyorlar. Venedik Mimarlık Bienali de, ona göre yeni mimari eğilimleri ortaya çıkartmaktansa, bu konuya ağırlık veriyor ve bir keşif alanı olan şehircilik üzerine yenilenmiş bir vurgu yapıyor. Frederic Jameson ise, bienalden tam üç yıl önce Rem Koolhas'ın fikirlerini tartıştığı "Geleceğin Kenti" başlıklı makalesinde (New Left Review Mayıs Haziran 2003) bu konuya eğilmişti.