Kentsel Dönüşüm 'Konut Hakkı' Kriterlerini İhlal Ediyor



6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile ülkenin tamamını etki alanına alan 'kentsel dönüşüm' projelerine karşı verilen mücadelenin ana eksenlerinin birini 'barınma hakkı' oluşturuyor. Ancak konut hakkı aktivisti, BM-Habitat AGFE yerel temsilcisi ve Kent Hareketleri sözcüsü Cihan Uzunçarşılı Baysal, burada bir ezberin kırılması gerektiğini savunuyor ve 'hak'kın, 'konut hakkı' olarak tanımlanmasının öneminin altını çiziyor. Ayazma, Sulukule, Tarlabaşı gibi projelerde örneğin kiracıların karşılaştığı sorunlar hatırlandığında; ev sahipliğinin, kiracılığın yanısıra yasa dışı iskân ve işgalin de bir 'kullanım hakkı' olarak tanımlandığı 'konut hakkı'nın önemi ortaya çıkıyor.

Cihan Uzunçarşılı Baysal ile konut hakkı kriterlerini ve Türkiye'de bu anlamda yaşanan ihlalleri, 2009 yılında hazırlanan AGFE İstanbul raporunun çıktıları üzerinden bugün geldiğimiz noktayı konuştuk.

CihanCihan Uzunçarşılı BaysalNeden ‘barınma’ değil de, ‘konut’ hakkı?
 
Bu tanım, BM Konut Hakkı Özel Raportörü Raquel Rolnik’in 2012’de Napoli’de düzenlenen Dünya Kent Forumu’nda biz konut hakkı savunucularına ve bu alanda çalışanlara özellikle ikaz ettiği bir şeydi. Bu ezberin kırılması gerektiğini söylemişti. Hakikaten bütün uluslararası sözleşmelerde ve mekanizmalarda, özellikle Birleşmiş Milletler Sisteminde, hakkın tanımı ‘konut’ hakkı olarak geçer ve bu hak bir kullanım hakkı olarak tanımlanır. Nasıl eğitime ve sağlığa ‘hak’ diyorsak, konut da bir haktır. Hâlbuki konut dediğimiz zaman, nedense kafamızda bir meta beliriyor; bu nedenle ‘barınma’ dersek sanki o bağlamdan kopartıyoruz, daha adil oluyoruz gibi geliyor. Ama aslında öyle değil; çünkü çadır da bir barınmadır, dört duvar bir çatı da barınmadır, baraka da barınmadır. Bütün insan hakları mekanizmalarının, sözleşmelerinin en temelinde şu vardır; haklar, insan onuruna yakışan bir yaşam içindir. Böyle bakarsak, insan onuruna yakışan bir yaşamda çadırın yeri yoktur.

Ayrıca hakların birbirleriyle etkileşiminden dolayı, başka hakları da etkileyen ve onlardan da etkilenen çok temel bir haktan bahsediyoruz. Örneğin ailenin ve çocuğun korunması, özel yaşamın gizliliği, sağlığa, eğitime, vatandaşlık haklarına erişim gibi haklara konut hakkı olmadan erişmek olanaksızdır; bir ikametgahınızın olmadığını düşünün, haklara erişiminiz kısıtlanmış demektir. Ekonomik Sosyal Kültürek Haklar Sözleşmesi’ne yönelik ilgili Komite tarafından yazılan 1991 tarihli 4 numaralı Genel Yorum, Sözleşme’deki barınma hakkı tanımı yerine konut hakkı tanımını getirmiş; ama yine mülkiyetten bağımsız bir kullanım hakkı üzerinden tanımlamıştır. Ayrıca insan onuruna yakışan bir konut hakkının da belirli standartlarının olması gerektiğinden hareketle hakkı, Yaşamaya Elverişli Konut Hakkı adı altında 7 önemli kriterle açmıştır. Türkiye, kentsel dönüşüm politikalarında bu kriterlerin nerdeyse tümünü  ihlal etmekte.
 
Bu kriterler nelerdir ve Türkiye bunları nasıl ihlal ediyor?
 
4 Numaralı Genel Yorumda, konut hakkı, kullanım hakkı üzerinden tanımlanır. Kullanım hakkı, ev sahipliğini, kiracılığı, afet konutunu, kooperatifleri vs de içerir. Ancak burada çok önemli bir nokta daha var; o da yasa dışı iskân ve işgalin de kullanım hakkı olarak tanımlanışı. Bu tanım hakikaten bir başka ezberi de bozuyor. Komite, kullanım hakkının bir an önce yasal güvenliğe kavuşturulmasının gerekliliğini ve bunun da insan onuruna yakışır bir biçimde düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Taksitlerle TOKİ konutlarına mecbur kalan ve enflasyonun giderek arttığı bir dönemde 10 – 20 yıl vadelerle bankalardan kredi alan nüfusların kullanım haklarının yasal güvenliğinden bahsedilemez. Çünkü son taksitlerini ödeyene kadar tapu sahibi değiller, bankalara borçlarını geciktirdikleri anda karşılarında icra var.
 
Ayrıca bu taksitleri ödeyemiyorlar. Bunun örneğini Ayazma – Bezirganbahçe yeniden iskânında ve Taşoluk’a gönderilen Sulukuleli kiracılarda gördük; Başbakanın çok iftihar ettiği Kuzey Ankara yeniden iskânında, Uzundere – Kadifekale’de de etkilenen nüfuslar aynı sorunları yaşadılar. Konut kredileri bu nüfusların ödeme güçlerine göre düzenlenmiyor. Sözleşme diyor ki, “Yapacağınız konut, diğer haklara erişimi engellemeyecek şekilde ödenebilir olacak”. Oysa Bezirganbahçe’ye yerleştirilen Ayazmalılar, çocuklarını aile bütçesine katkıda bulunmaları için okuldan aldılar ve son derece sağlıksız şartlarda çalışmaya gönderdiler. Burada eğitim hakkına erişim engellendi. O çocukların, yerel yönetimin 'tu kaka ettiği' Ayazma’da şöyle böyle bir eğitim hakkı varken, 'modern' TOKİ’lerde yok oldu.
 
Üçüncüsü ise konutun lokasyonu. O konut, sağlığa, eğitime, işinize erişebilecek bir yerde olmalı. Sulukuleli Roman, merkezde müzik yapıyor; ama Taşoluk merkeze 45 km uzakta. Bir otobüs var ve saat 12:00’dan sonra çalışmıyor. Ayazmalılar da tek akbil ile İstanbul’un her yerine gidebildikleri bir düzenden, birkaç akbil basmak ya da araç kullanmak zorunda kaldıkları bir düzene geçmek zorunda kaldılar; işe, sağlığa, eğitime erişimin maliyeti arttı.
 
Konutların, tüm bireyler ve kırılgan gruplar için erişilebilir olması gerekiyor. Ayrımcılık yapmadan herkes için; engelliler, HIV vb gruplar için. Oysa az önce anlattığım şartlardan dolayı  yoksullar için erişilebilinir değil ve hatta bu politik ve dışlayıcı ortamda LGBTI bireyler için de erişilebilir değil.

Reklam Goruntulenme Bolumu

 
Diğer bir kriter de, konutun emniyetli  olması. Sizi hava koşullarından, afetlerden vb korumalı; emniyetli olmalı. Örneğin,  Başıbüyük’te yapılan TOKİ konutları kayıyor; çünkü mahallelinin altında kuyu çıktığı için park olarak bıraktığı alana TOKİ yüksek katlı bloklar dikti. TOKİ konutlarının altyapı hizmet yetersizliklerini biliyoruz; çatısı uçuyor, kapıları düşüyor, asansörler çalışmıyor. 2012’de Samsun Canik Kuzey Yıldızı TOKİ’de yaşananları da unutmayalım; oysa, sel sularının bodrum katlara dolduğunu 2008 senesinde Bezirganbahçe halkı söylüyordu. TOKİ, alt gelir gruplarına yönelik konutlarından geri bildirim almıyor. Çöküntü bölgeleri diye bir damgalama üzerinden meşruiyet inşasıyla mahalleler yıkılıyor, ama asıl kendi yarattıkları çöküntü bölgeleri.
 
Bir başka kriter de kültürel yeterlilik. Romanları Sulukule’den kopardığınız zaman, artık o kültürü üretemiyor; onun kültürünü yok ediyorsunuz. Mekân çok önemli; çünkü fiziki boyutun çok ötesinde, sosyal, ekonomik, kültürel birçok boyutu içeriyor. TOKİ’leştirmeyle, mekanı tamamen bir müteahhit mantığıyla fiziki bir şeye indirgiyoruz ve ‘yıktık götürdük’ oluyor. Oysa bizim mahallelerimiz yaşam alanlarıdır; kamusal alanları ferah feza kullanırız, sosyalleşiriz. Ama şimdi kadın, yandaki komşumu göremiyorum diye ağlıyor. Zaten çayını alıp aşağı indiğinde yönetim hemen, “yasak, siz medeni değilsiniz” diye düdük çalıyor. Bir de bunlar var; sanki bu TOKİ’ler bir medeni yaşam şekli. TOKİ, bir çağ atlama sembolü oluyor. Kemalizmin ters köşeden okunup, bir başka tarz sosyal mühendislik dayatması olarak okuyorum ben bunu. Sulukule’de olanlar için ağlamak istiyorum; elini kolunu sallayarak gezebildiğin bir mahalleyken, güvenliğe hesap vermeden giremediğin bir özel alana dönüştü. Artık bir yaşam alanı değil; yapay, bambaşka bir mekan orası.TOKİ konutları, genelde yer seçimi ve tek tip olmaları üzerinden tartışılıyor. Ancak yarattığı insan modeli üzerine pek düşünülmüyor; değil mi?
 
Son yıllarda bunu çok düşünmeye başladım. Bezirganbahçe’de kafamda bazı soru işaretleri belirmişti; ama bunu genelleştiremedim. Hala da genelleştirmiyorum. Ama Ayşe Hür’ün Diyarbakır’daki, Urfa’daki örnekler üzerinden Kürt nüfusun TOKİ’leştirilmesini yazmasından sonra tekrara düşünmeye başladım. Orada mahallenin içinde bir dayanışma var; o yaşam alanında birlikte ördüğünüz bir komşuluk ilişkisi var; belki hak taleplerinin ortaya çıkacağı bir mücadele var. Ama TOKİ’lerde tamamen atomik bireylere dönüşüldüğü zaman bu bitiyor. Herkes kendi derdine düşüyor. Ciddi olarak mekanın düzenlenmesi üzerinden bir toplumsal mühendislik yapıldığını düşünüyorum. Sanılmasın ki cami vs yapılmasın diyorum; ama örneğin Kayabaşı’nda en geniş kamusal alanlar camilerin bahçeleri. Orada bir başka TOKİ sitesinde de bekarsanız parka giremiyormuşsunuz. Bu, mekan üzerinden sizi bir şeylere mecbur bırakmak değil midir? Bu dayatmaların, mekan üzerinden olağanlaştırılmalarını çok tehlikeli buluyorum. Farkında değiliz, ama bir tüketim toplumu olmaya itiliyoruz. Gezi’de yapılmak istenen buydu. İktidar, Topçu Kışlası ile  kendi sembolik hegemonyasını gösterip, içine de AVM inşa edilecekti. Vatandaşların tüketiciye indirgendiği mekanlar dayatılıyor; dayatılıyor ki muhalif sesler de çıkamasın. Kamusal alan nedir? Vatandaşlık hak ve taleplerimizin dile getirildiği, muhalefetimizin yapıldığı alandır. Orada buluşuruz, şenlik yaparız, ötekiyle rastlaşırız ve tanırız. Bu alanı bir tüketim mekanına dönüştürdüğünüz zaman, tamamen tüketim üzerinden gidiyorsunuz. Topraktan, sokak hayvanlarından uzak yetiştirilen, ötekiyle rastlaşmayan, AVM’lerde sosyalleştirilen bu çocuklar, 20 yıl sonra yaşama nasıl bakacaklar? Ne kadar ayrımcı, dışlayıcı, doğadan uzak, steril, tüketim değerleri üzerinden kendilerini tanımlayacak  insanlar yetiştiriyoruz diye de korkmaya başladım.
 
AGFE İstanbul raporunun çıktıları üzerinden bir değerlendirme yaparsanız, bugün geldiğimiz noktayı nasıl görüyorsunuz?
 
Zorla tahliye, insanların, ailelerin ya da toplulukların bulundukları mahallelerden kendi iradeleri dışında, zor kullanılarak çıkarılmaları. Biraz önce söylediğim gibi; kullanım hakkı açısından yaklaşıldığından, yasadışı iskan ve işgal için de zorla tahliyeleri, bu çerçevede bir insan hakkı ihlali olarak kabul ediliyor. ‘Zorla tahliye’ terimini, sadece genel yorumlarda değil; bütün sözleşmelerde görüyoruz. Ayazma’yı kaybettiğimiz, Sulukule ve Tarlabaşı’nın tehlikede olduğu bir dönemde Sulukule Platformu olarak; Birleşmiş Milletler (BM) Habitat Zorla Tahliyeler Danışmanlar Kurulu’nun (AGFE) İstanbul’a gelmesi ve bir rapor hazırlaması için bir çağrı yaptık. BM İnsan Yerleşimleri Birimi Habitat ile Türkiye hükümetinin arası iyiydi; umudumuz, bu yolla bir müzakere yolu açılabileceğiydi. Ama ne yazık ki bu olmadı. BM Habitat Zorla Tahliyeler Danışmanlar Kurulu (AGFE) Başkanı Prof.Yves Cabannes ve Karaçi Üniversitesi’nden Prof. Arif Hasan ile birlikte Beyoğlu Tarlabaşı, Fatih Sulukule, Süleymaniye, Fener Balat, Küçükçekmece Bezirganbahçe, Güvercintepe, Kadıköy Küçükbakkalköy, Maltepe Başıbüyük, Gülsuyu-Gülensu, Pendik Kurtköy’de birebir halkla ve bizi kabul eden belediye başkanlarıyla konuştuk ve bir rapor hazırladık. Rapor, en az 1 milyon konutun yıkılacağını ve bundan etkilenen en az 5 milyon kent yoksulunun zorla tahliye edileceğini söylüyordu. İstanbul o zaman 2010 sürecini yaşıyordu ve küresel bir kent imajıyla pazarlanmaya çalışılıyordu. Nasıl ki olimpiyatların tokadı Olimpiyat Stadı’yla Ayazmalılara indiyse, 2010’un ilk tokadı da Sulukule ve Tarlabaşı’dır. Rapor, Eylül ayında tamamlandı ve başkanının değiştiği sancılı bir süreçte Habitat’a sunuldu. Ne olduysa, bizim rapor yok sayıldı. Uzun yazışmalar ve çabalarla Habitat’ın web sitesine aldırabildik; ancak orada atıl biçimde duruyor. Ben, o raporun hala geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum.

Reklam Goruntulenme Bolumu

 
Neden geçerliliğini koruyor?
 
Rapor için yasaları incelemiştik. Haklarla ilgili her yasal düzenlemenin ilerleyici olması lazım; aksi insan hakları ihlalidir. O zaman 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi ve bunların yanısıra TOKİ’yi güçlendiren ve planlama üzerinde son sözü ona bırakan yasal düzenlemeler vardı. Bunun, Habitat İki, İstanbul Konferansında  konut hakkıyla ilgili düzenlemeleri geliştireceği sözünü veren Türkiye için bir geri adım olacağını söyledik. Ama şimdi, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yetmezmiş gibi, yeni bir imar yasası da pişiriliyor. Yerelde olan şey, merkezileştiriliyor. Mahallelere, kendilerini nasıl yenileyecekleri, dönüştüreceklerine dair söz hakkı tanınmıyor. Rapor bu anlamda tavsiyeleriyle de geçerliliğini hala koruyor. Bunlardan biri, zorla tahliyelere karşı ‘gözlem evi’ gibi bir yapının kurulmasıydı örneğin.
 
Geçen yıl Kent Hareketleri olarak, TMMOB  Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi  ile 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’u tercüme ettirerek, Konut Hakkı Raportörü Raquel Rolnik’e gönderdik. Rolnik, hemen Türkiye ile yazışmaya geçti. Ama maalesef çarpıtarak cevap veriyorlar; o kadar güzel allayıp pullayıp, anlatmışlar ki… Konut hakkı savunucuları olarak bizlere düşen, gölge raporlamalar ile belgelemek... Uluslararası konut hakkı mekanizmalarını daha iyi tanıyıp, sonuna kadar kullanmamız gerekiyor. Bu nedenle raporlama yapacak bir ekip kurmayı düşünüyoruz. Kent Hareketleri olarak, Van depremzedeleriyle ilgili bir rapor hazırladık ve Rolnik’e ilettik; hemen de incelediklerine dair bir yanıt geldi.
 
Hakikaten artık bizim için iç hukuk mekanizmaları çalışmıyor. Kazandığınız her davadan sonra öyle bir yasa getiriliyor ki, kazanım yolu kapatılıyor. Hukuk yolunun kapatılması çok tehlikeli bir şey.