Kamusal alanları, parkları, yolları bile sahiplenen “büyük” isimli
şirketler, prestijli markalar, kentsel spekülasyonun çekiciliğine kapılarak
Levent'e yüklenmeye devam ediyor.
Gün geçmiyor ki, uluslararası medyada kentimizle ilgili övücü
bir haber çıkmasın. İstanbul, bu aralar pek moda! Bu
ani aşk da nereden çıktı diye düşünmeden edemiyor insan. İstanbul bizim için her
zaman güzeldi, kimimize göre çirkinleşiyor bile. Ama artık küresel metropoller
sistemine entegre edilen kentimiz, kendisine önerilen görevleri yerine getirmek
uğruna, yakında çok daha “yakın ilgiye”, büyük güzelliklere, yatırımlara, yıkım
ve yapımlara, dönüşümlere, tıkanıklıklara, kutuplaşmalara ve gerilimlere sahne
olacak.
“Küresel İstanbul”da daha çok sayıda iş,
finans, alışveriş, turizm merkezi kentten parçalar koparılarak, özel imar
izinleriyleyapılacak. Altımızdan üstümüzden yollar
geçirilecek, biz yine de ulaşamayacağız. Enerji yetmeyecek jeneratörler,
regülatörler, su yetmeyecek su depoları, hidroforlar alacağız. Su diye
kilometrelerce uzaktaki nehirleri kurutacağız. Yeşil alanlar, kamusal alanlar ya
satılacak ya otopark olacak. Yeni köprüler yapılacak. Çevremizdeki evleri,
yaşayanların gözünün yaşına bakmadan toplayan gruplar, “haydi yürüyün,
burada kentsel dönüşüm var!” diyecekler. Dönüşen bölgelere hizmet,
finans sektörü işyerleri ve çalışanları yerleşecek. Konutlar kent merkezinden
çok daha uzaklara sürülecek, günlük yolculuk mesafeleri ve süreleri artmaya
devam edecek. Böylece, bir süre sonra İstanbul başka bir İstanbul olacak. Ama,
daha yaşanabilir, daha mutlu bir yer olacağı çok tartışmalı. Peki kentli ne
düşünüyor, soran var mı? Sormayacaklar elbette ve sakın konuşmayın. Çünkü, bu
dönüşüm sürecinde, “bizim de görüşümüzü alın!” diyenler,
kimileri tarafından “vatan haini” ilan edilebilirler. Bir iki
örnekle açıklamaya çalışayım.
Çiftlikten
plazaya
Tüm kente, geliştirilecek bir arsa gözüyle bakanlar için
Levent’te, İstanbul’un en iştah kabartıcı metrekare potansiyeli
yatıyor. Öyle ya, kentin yeni gelişme bölgesinde, tam kulelerin dibinde, bahçeli
evlere ne gerek var! Ama, acaba, kim kimin bahçesine yerleşiyor, bir bakalım:
1950’lerde İstanbul’da Levent Çiftliği,
bahçeli düzende planlanır. Uygar bir kentsel yaşama model oluşturması için de
her ayrıntısı düşünülmüş “modern” bir mahalle kurulur.
Bahçelere, sokaklara bugün artık gelişmiş olan tam 30 bin ağaç dikilir. Bu
ağaçların çok büyük bölümü, meyve ağacıdır ve bu davranış, bugün sözü çokça
edilen “sürdürülebilirlik” adına müthiş bir öngörüdür.
1990’larda çevrede yükselen gökdelenler, gözlerini bu yeşilliğe
dikerler. Levent, planlarla da tescil edilmiş olan normal konut statüsünden,
aylık kirası onbinlerce dolarla ifade edilen mini plazalar yığınına
dönüştürülüyor. Bu süreçte, bu mahalle İstanbul’da benzeri neredeyse hiç
kalmamış bahçeli konutlarda oturanlarla, buralara giren mini plazalar,
ticaretheneler, otoparklar, klimalar, restoranlar, koku ve ses püskürten
bacalar, eğlence yerleri, bodyguardlar, hastaneler ve atıkları arasında
(şimdilik uygar) bir savaşa sahne oluyor. Levent, global pazara sunulabilecek
şahane bir arsa olmaya direniyor. Burada, yalnızca kentin her yerinde yasal olan
kimi tür (“home-office”) işyerlerinin onay gördüğünü
bilmelerine karşın, kamusal alanları, parkları, yolları bile sahiplenen “büyük”
isimli büyük şirketler, kimi ünlüler, prestijli markalar, kentsel spekülasyonun
çekiciliğine kapılarak Levent’e yüklenmeye devam ediyor.
Sivil
toplum
Kentlilerin karar verme süreçlerine katılımlarının en
çağdaş, demokratik yönteminin sivil toplum kuruluşları olduğu bilinciyle
1996 yılında kurulan Çağdaş Levent Derneği,
tüm benzerleri gibi, yöreyi ve kenti daha yaşanılır, daha sürdürülebilir kılma
çabalarına girişiyor. Mahalleliler, dernek aracılığıyla yerel ve merkezi
yönetimlere başvurarak toplumsal ve fiziksel çevrelerine, doğaya, kent
kültürüne, kent belleğine sahip çıkmaya çalışıyorlar. Dernek, gereğinde hukuk
yoluna başvurmaktan kaçınmadığı için yöneticilerle, çok sorunlu zamanlar
yaşıyor. Sonunda, Beşiktaş Belediyesi’nin de çabasıyla Levent,
“Kentsel Sit” ilan edildi. Elbette bölgede yerleşmiş
ticarethane sahipleri veya arsa edinmiş girişimciler de karşı baskılarını
artırdılar. Kimi işyerleri, arsa sahipleri, İmar Planı’nın iptali için dava
açtılar ve elbette kaybettiler. Nihayet bir aşamada, yasanın gereği olarak
işyerlerine tahliye kararları bildirilmeye başlandı. Bunun üzerine, kimi
“yatırımcılar” mağduriyetlerini öne sürerek bunaltıcı, tehditkâr ve giderek
tehlikeli bir biçimde dernek üzerinde baskı kurmaya giriştiler. Derneğe gelen
başvurulardan (!) öğreniyoruz ki, birileri de işyeri, inşaat başvurularından
bunalınca talepleri derneğe yönlendiriyor, derneği adres gösteriyor. Sanki,
yöneticiler gemiyi dalgalı sularda nasıl yürütebileceklerini iyi
hesaplamışlar.
Uygar dünyada yöneticiler sivil girişimler ile işbirliği
yapıyorlar. Çoklu katılım, kapalı kapılar ardında alınan kararlar sonucunda
çıkabilecek çatışmaları önleyebiliyor. Bu çok renkli, çok katmanlı, çok kültürlü
diye övdüğümüz toplumumuza yakışan bir davranış olmaz mı?
...
tehdit altında
Küresel ve yerel talepler sonucunda kentsel
mekânın kullanım çeşitliliği ve yoğunluğu arttıkça, farklı çıkarları savunan
örgütlerin oluşması çok doğal. Ataköy’de kıyısını geri
isteyenlerle, Sulukule’de yaşamlarını sürdürmek isteyenlerin
aslında bu anlamda bir farkları yok. Maslak’ta artık yeni kule
istemeyenler de aslında gelişim karşıtı bağnazlar değil, daha planlı bir kentte
yaşamlarını daha uygarca sürdürebilmeyi talep eden kentliler.
Burada
önemli olan tarafların masaya oturup kamuoyu önünde uygarca tartışabilmeleridir.
Metropolde çoklu bir yaşamı sürdürebilmenin tek yolu da budur. Ama birisi
diğerine “vatan haini” dediği zaman, yeni düşmanlıklar üretiyor demektir ve
orada ilişki kopar.
Geçenlerde sivil toplum karşısında gardını alan
başka bir kamu kurumunun korku salıcı bir ilanı görüldü basında.
TOKİ, Ataköy’de kıyı parsellerinin satışını savunan bir
ilanında, “... (parseller) kamu malı olup, bu nedenle arsaların değerini
düşürücü eylem ve fiiller, kamu malına zarar verici niteliktedir” diyordu. Bu
ülkede, “kamu malına zarar vermek” ne demektir, bilen bilir. Bu duyuru, satışa
karşı çıkanları, kıyının kamusal bir alan olarak düzenlenmesini savunanları
uyarıyor. Demokratik dünyada eşi görülemeyecek bu tür davranışlar, ülkemizde
yeni serpilmeye başlayan gönüllülüğün, sivil inisiyatifin, sivil toplum
kuruluşlarının güçlenmesini engelliyor.
Sürekli gündeme getirilen AB
kriterleri de sivil toplumun güçlenmesini şart koşar, hatta AB birçok konuda
resmi kuruluşlar yerine STK’ları muhatap alır. Bu bilgi de
“AB Müzakereci”lerimizin dikkatlerine sunulur.
Sonuç
olarak, elbette tüm planlama ve uygulama yetkisi, denetim görevi
belediyelerdedir. Keşke bu görevlerini her zaman kamu yararını da gözeterek ve
cesaretle yerine getirebilseler.