"Mimar, İş Yaparken Biraz da Ülkenin Mimarlığına Ne Kattığını Düşünmeli."



Prof. Dr. Ferhan Yürekli, 35 yılı aşkın akademik kariyeri ve eşi Hülya Yürekli ile gerçekleştirdiği yenilikçi çalışmalarla Türkiye'nin mimarlık geçmişinde iz bırakan isimlerden. "Mimari Tasarım Kuramı" ve "Mimarlık Eğitimi" alanında çeşitli yayın ve çalışmalarının yanısıra 25 kadar yarışma projesi ve uygulanmış mimari tasarımları bulunan Ferhan Yürekli ile Türkiye mimarlık gündemini ve mimarlık eğitimini ve geleceği konuştuk.


Ferhan Bey, akademisyen olarak görev yaptığınızı biliyoruz. Meslek hayatınızı bize özetler misiniz?

Ben Teknik Üniversite’den mezun oldum 67 yılında. O zaman 2 sene askerlik vardı, hemen askere gitme modası da vardı. Ondan sonra geldim asistan olmak istedim. Olamadım, bir sene kadar geldim gittim. Ankara’da biraz çalıştım Tıp Fakültesi’nin İnşaat Emlak dairesinde. 1 sene sonra asistan olarak girme olanağı oldu, ondan beri buradayım.

Piyasada uygulama yapma fırsatı buldunuz mu akademisyenliğinizin yanı sıra?

Bulduk. Ben geçenlerde Hülya nedeniyle bir envanter çalışması yapıyordum. Bizim aşağı yukarı 50 tane projemiz var. 35-40 senedir 50 tane proje yapmışız bu işlerin yanında. Bunların bir kısmı yarışma projesi, zannediyorum 19-20 yarışma projesi var, onun dışında üniversitenin bir takım işleri var, biraz da dışarıda işler var. Bizim toplam inşa edilmiş metrekaremiz zannediyorum 100 bine yakındır. Daha fazla değildir.

Gerçekleştirdiğiniz projelerde iş alma süreciyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Gerek akademisyen olarak gerek de yarışmalarla ilgili olarak.

İş alma sürecine girmeden önce işverenin kim olduğuna bakmak gerek. Yani Türkiye’de mimarlık derken, aslında her tarafta böyle, işverenin kim olduğu önemli. Bizde işveren genellikle devlet oldu çok yakın zamanlara kadar. Aslında özel sektörün önemli projelerde işverme durumu olmadı. Günümüzde de görüyorsunuz işte asıl işveren belediyeler. Bizim kapital sahibi olanlarımız dışarıdan mimarlara yaptırıyor. Bunun nedenleri nedir bilmiyoruz, ya da biliyoruz da konuşmuyoruz. Dolayısıyla bir Türk mimarın önemli bir işi alması çok kolay olmuyor, devletten ya da belediyeden yarışma ya da ihaleyle iş alabiliyorsunuz. İhalelere gelince, hiçbir zaman böyle birşeye girmedik ama zannediyorum çok kıran kırana geçiyor, yani mimarlığa zarar verir durumda olduğunu biz duymuştuk. Yarışmaların da belli bir çevrenin kontrolünde olduğunu düşünmek gerekiyor. Ben ödüllendirilen isimlerin aynılığından önce ödüllendirilen projelerin aynılığından şikayet ediyorum. Yarışmalar bir iş alma sistemi olarak mimarlığa yapması gereken katkıyı yapmıyor, mimariyi tipleştiriyor. Bu son belediye yarışmalarında gördük, iki-üç tip biçimlendirme var, bunlar hakim. Ya biri ya öteki, gidiyorsunuz sergisine, aynı projeden sekiz- on tane görüyorsunuz, ve sırayla ödüllendirilmişler. Bunlar iş almayı çok zorlaştırıyor, iş almak için mimarlığınızdan taviz vermeniz gerektiğini gösteriyor.

Peki bu iki tipi biraz daha açar mısnız? Tanımlanabilir belli özellikleri olan tipler mi?

Hep mimarlığın biçimsel ortamında tip proje karşıtlığı var. Bayındırlık Bakanlığı’nın 3-4 konusu vardı zaten, hükümet konakları, okullar, sağlık yapıları gibi. Bunları tip proje haline getirmişlerdi ve bütün mimarlar buna karşıydı. Acaba tip proje olmasına, ‘artık iş alamıyoruz’ diye mi karşılardı yoksa tip proje yerine uymaz yerine uygun olsun diye miydi? Bayındırlık Bakanlığı aslında tipleştirmekte bence haklıydı çünkü belli bütçelerle belli işler yapıyorlar, daha önce uyguladıkları binaların kaça çıktığını, kaça malolduğunu ve nasıl yapılabileceğini biliyorlar. Onları tipleştirmekte haklıydı. Ama bugün bakıyorum yarışmalar projeleri tipleştiriyor. O tiplerin şöyle veya böyle olması önemli değil. Biz hep onun mücadelesini verdik , uğraş verdik ki bir yarışmaya katılan tüm projeler yayınlanmalı, kayda girmeli. Şimdi bir-iki belediye zannediyorum bunu yaptı veya yapacak, o zaman görülecek onlar, burada şimdi tarif etmenin anlamı da yok, yanlış tarif edebilirim yanlış da anlaşılabilir. Özellikle o Pendik yarışmasında gerçekten iki tane tip vardı. İnsan öyle zannediyor ki hani ikisinden de göndermiş aynı büro, ya o ya o olur gibi. Bir rahatsızlık veriyor, mimar iş yaparken sadece iş yapmış olmayı düşünmemeli, biraz da ülkenin mimarlığına ne kattığını düşünmeli. Onun için de, evet taviz vermeden belki hiçbir şey olmuyor ama hayat da biraz fazilet mücadelesi. Kendi işinize kendi mesleğinize saygıyı önce kendinize gösterebilmeniz lazım. Mesela bizim 19 tane yarışma projemizin 3 tanesi ödüllendirilmiştir. 16 tanesi zannediyorum ya birinci ya ikinci elemede saf dışı kalmıştır. Biz yine de o 16 projeyi göndermişizdir. Yani iş almak bir yaşam mücadelesi, bir takım maddi yönleri olan bir şey ama mimarlık da çok hassas bir meslek. O dengeler nasıl kuruluyor bilemiyorum.

Akademisyen olmaktan kaynaklanan bir avantajla biraz da o düzenin dışında kalmayı başarmışsınızdır.

Belki biraz daha sorumluluk hissediyor olabilirsin. Burada konuştuklarınla orada yaptıkların arasında paralellik olması lazım. Pratik yapan mimarlarımız daha çok yazıp daha çok konuşabilirler. Daha çok anlatabilirler. Orada bir eksiklik var. O eksiklik belki bazı istenmeyen durumların daha kolay oluşmasına neden olabilir. Çok fazla konuşmuyorlar, yazmıyorlar. Projeleri vesilesiyle bir şeyler söylüyorlar. Bence daha çok konuşup yazabilirler. Ve belki daha çok okuyabilirler.

Tecrübe ve bilgi paylaşımında bir aksaklık var o zaman.

Ortamın daha entelektüel hale gelmesi lazım. Ortam daha entelektüel hale gelirse bu işverenlere de yansır, o zaman, iş alma yöntemleri değişebilir.

Mimarlık eğitimiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Neler değişmeli sizce eğitimde?

Eğitime bu kadar yıl verdikten sonra insan üzülüyor. Yapılması gereken şeylerin yapılmadığını görüyorsunuz. Eğitimin ve müfredatın kendi içinde düşmanları var. Müfredat çok önemli. Ders planları, ders içerikleri benim kanaatimce olması gerektiği gibi değil. Bir kısmı bir takım kalıplarla oturmuş; sonra da o kalıplar üzerindeki kadrolaşma nedeniyle bu noktaya ulaşmış. Ama bunlar ne kadar faydalı oluyorlar? Acaba zararlı oluyorlar mı diye de düşünmek lazım. Bunun arkasından tabi kadronun zihniyeti en önemli şey, kadro ne yapmak istiyor. Müfredatın yanında fiziksel olanaklar da önemli.. Öğrencinin proje üretmesi eğitimin esasıdır. Bunun mümkün olduğu kadar çok ve uygun ortamda yapılması lazım. Ama bizim okulumuzda Mimarlık Bölümü’nün stüdyoları yok. O zaman benim öğrencim maket çalışamıyor ki. Sonra stüdyonun da bir ders gibi alınması yüzünden bir süreklilik kalmıyor. Öğrenci her vaktini projesine yönlendirmeli. Her ders öğrenciye bir şeyler ürettirmeli. Teorik derslerin vereceği azami üçüncü haftada bitmeli. Daha sonra anlattıklarının üstüne bir şey ürettirmeli. Ama bu şans bizim bölümümüzde yok.

Eğitim süresiyle ilgili önerileriniz ya da eleştiriniz var mı?

Var tabii. Eğitim süresinin uzatılması konusu bir takım insanları rencide eder, çok derine inersek. Ama ben bu uzatma konusunu sadece gençlerin önünü kesme aracı olarak düşünüyorum. Ben 35 yıldır buradayım. Dört yılda o kadar iyi mimarlar çıktı ki buradan. Ama hepsinin önünü kestiler. O motivasyonu kaybettikten sonra onlardan hiçbir şey beklemiyorsunuz zaten. Ben bu konuda katıldığım toplantılarda “süreyi uzatalım” diyenlerden hiçbir sağlam gerekçe duyamadım. Hiçbir yerde yetki sınavı olmadan yetki verilmiyor diyorlar. Yok böyle bir şey. Avrupa’da diplomayı alanlar yetkiyi alıyor. Diploması olmayanların bile var yetkisi. Bunların kökeninde Fransız Devrimi, insan hakları, çalışma özgürlüğü var. Kapitalizmin çekirdeği Anglosakson dünyası. Onlarda yok çünkü yukarıdakinin aşağıdakini sömürmesi gerekiyor, bunun saklanacak tarafı yok ki. Diyorlar ki çevre çok kötüleşti, acemi mimarlar bunları yaptı. Herkes biliyor ki çevre toplumun yansıdığı yer. Dünyadaki en büyük kötülük dünyanın tek kutuplu kalması oldu. Kapitalist sistem diyorsunuz, rekabet diyorsunuz. Rekabet her şeyi iyiye götürür diyorsunuz. Tamam o zaman, genci de tecrübelisi de rekabete girsinler. İşveren kendi çıkarını düşünebilir. İşveren yatırımını yapamayacak kişiye projesini götürür mü? Bırakın seçsin. Sadece gençlerin önünün kesilmesi isteniyor. Dünyada her süreç kısalıyor. Niye eğitim uzasın? Okullaşmanın nedeni nedir? Bir insanın bir şeyi yapabilir hale gelmesinin süresini kısaltmaktır. Yoksa ustasının yanında da yetişir insan. Hala öyle istiyorlar. Adam yirmi sene taşı kırdıktan sonra usta olacak. On senede mimarlık nereden nereye gidiyor? Neden bunlar üzerine konuşulmuyor? Çevre çok kötü olmuş... Gençler daha bir şey yapmadı ki. Ben bunları akademisyenlerin ağzından duyunca büsbütün moralim bozuluyor. O zaman öğrencileri kandırıyorsun. Verdiğin diplomayla onun yapamayacağını düşünüyorsan biraz daha gayret edeceksin. Onu yapar hale getireceksin.

Günümüzde Türkiye ve dünyadaki mimarlığın gidişatını nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de son dönemde yabancı yatırımlar ve büyük projelerle ilgili tartışmalar var...

Bu tartışmalarda iki taraf var. Bir bu işleri yapmak isteyenler, bir de buna karşı çıkanlar. İkisi de çok sağlam temeller üzerinde oynamıyorlar. Çok örnek verilebilir. Mesela Harem olayı. Biraz tarihe baksanız şehir bazı şeyleri artık içeremez hale gelince, Harem’in şehrin ilk taştığı nokta olduğunu görürsünüz. Orası çok kritik bir nokta. Orasının konumu ve topografyası orayı kritik bir duruma getirir. İlk atlama noktası Anadolu yakasına. 4-5 yıl önce orayı yarışmaya çıkardık. Limanı kaldırdık. Oraya adeta sadece yeşil saha önerenler ödüllendirildi. Liman kentin kalbinin atışını gösteriyor. Niye kalkar? Kime zararı var? Liman şehrin yaşadığını gösterir. Bu bir tarafın görüşü. Yeşil sahalar bizde hep ilerinin arsaları olarak görülmüştür. Mesela şu iki numaralı parkı görüyorsunuz. İçine yapılan otelleri. Harem için de proje falan yok ortada. Sanki biryerlerden gökdelen resimleri kesip yapıştırmışlar gibi şeyler dolaşıyor ortada, gayriciddiliğe bakın. Orası iki yakanın birleştiği nokta. İki yakanın birleştirilmesi için orada neler yapılabilir... Harem bütün şehrin bir takım sorunlarının çözüm alanıdır. Niçin trenle gelen biri bir binanın içinden geçerek vapura binip karşı tarafa geçmesin? Neden oradan oraya çamurların içinde minibüslerin otobüslerin arasından koşuştursun? Bunu hiç kimsenin ağzından duymadım, ne önerenlerin ne karşı çıkanların ağzından. Bir metro hattıyla her şey çözülecek sanıyorlar. Londra’nın altında dokuz katlı metro hattı olmasına rağmen 35 yıl önce arabalar gidemiyordu.

Bir de bunun karşısı var, Tophane. Orası da şehrin kalbinin attığı yer. O kadar büyük hayal kırıklığı oldu ki. Bir takım düşünenler broşürler, sergiler hazırlamışlar. Karşıdan resmini çekmişler oranın, vapurlarla. Sonra vapurları siyaha boyayıp kaldırmışlar. Aynı resme Kabataş tarafında bir ağaç grubu var onu alıp kesip kopyalamışlar. İstanbul böyle olabilir mi? O vapurlar kentin dinamiğini yaşamını yansıtmıyor mu? İstanbul’un kalbi otlak olabilir mi? Onun için birşeyden sonuç alamıyoruz. O öyle deyince öteki de oraya istediğini yapıyor, karşısında böyle düşünen birileri var çünkü. Beyoğlu’nun ahalisi denizle buluşacakmış. Denizle buluşacaklar iki adım öteye gidemez mi? Kentin kalbi orası, orası yeşil alan olur mu? Yeşille kent bir araya gelir mi? Venedik’te ağaç gören var mı? Bütün büyük şehirlerin merkezinde ağaç gören var mı? Şehir yoğunluk demektir, insan yoğunluğu demektir, insanlar arası alışveriş yeri demektir. Yeşil yoğunluğu azaltır. Yeşile insanlar yayılır, o bir ihtiyaç olabilir. Ama kentin esas ihtiyacı değildir. Bunlar tartışılmıyor ki. Bir gün de bakıyorsunuz birşey “olmuş”. Köprüler de öyledir.

Mimarlık bir entelektüel enerji alanıdır. Yoğun fikir alışverişi gerektirir. Orada Belediye büro kurmuş, öbür tarafta 600 metrelik gökdelenler çıkıyor, büronun haberi yok. Olmaz ki... Globalleşme diyorlar ya. Bunlar kapitalist dünyanın doğal sonucudur belki de. O bakımdan Amerikan kentlerini iyi incelemek lazım. Belki mesela Avrupa’da önce Londra’da o tip yapıların görülmesinin Avrupa’nın diğer taraflarında o kadar fazla görülmemesinin nedeni de bu kapitaldir. Kapitalin kaynağı Anglosakson dünyasıdır. Ondan olabilir. O kadar ilginç durumlar var ki Amerika’da. Bir gökdelenin yanında tek katlı oto tamirhanesi var. Bir de her inşaatta tabela var: “Burada şöyle bir bina yapılacaktır, itirazınız varsa şu tarihe kadar şuraya gelin.” diye. Bunlar bizim alıştığımız sistemler değil. Belki o kadar katı bir plan yok, herkes her istediğini yapabiliyor ama çevresinin onayını alarak. Biz bu sistemleri tanımıyoruz, bilmiyoruz, orada yapılar yapılıyor diye burada da yapılır sanıyoruz. Mesela şu iki Dubai kulesinin yerini kestiremedim bile. Daha yeri bile belli değil belki de. Yatırımcı hangisini söylerse o olacak gibi. Şimdi burada insan ne düşünüyor? Modernist mimarlara saldırıyorlar 80’lerden sonra, neymiş “yerine uygun olmuyormuş”, bunların yeri bile belli değil. Buna niye öyle karşı çıkılmıyor? Tabi mimarlık hep kullanılmış. Mimarlık tarihi kitaplarına bakıyorsunuz bence içinde bir tane mimarlık yok. Hepsi mimarlığın nasıl kullanıldığını anlatıyor. Aristokrasi, din, hükümdarlar mimarlığı nasıl ve ne için kullanmışlar. Bunlar çalışmayan insanlar, ellerini birşeye sürmeyen insanlar. Biraz tarih incelenirse bunların hepsi görülür. İnsanların üretimine el koyarak yaşamışlar. Kendilerini rahat ettirmek için biryere koymaları gerekiyor. O işte sömürdükleri tarım toplumunun anlamayacağını düşündüğü bir takım stiller uydurup kendi aralarında onların arkasına sığınarak statü sahibi oluyorlar. Halk da ondan bir şey anlamadığı için halkı aşağılayarak kendilerini biryere koyduklarını sanıyorlar. Bütün mimarlık tarihi böyle yapılarla doludur. Bu nereye kadar böyle geldi, aslında Fransız Devrimi sonrasında 18. yüzyıl sonunda bunun entelektüel temelleri atıldı ama bitmesi gerekirken, yine bitemedi çünkü para onlarda. Ne zaman ki tarımda sömürülen insanlar işçi oldular, kentlere geldiler. Onlar için yapılan konutları ben derslerde gösteriyorum. 1895’de New York Manhattan’da yapılan binaların tuvaleti yok. Penceresi olmayan odalar o kadar çok ki. 1-2 m² hava delikleri var. 30-40 sene kullanılacak diye yapılan yapılar bunlar. Bunlar da mimarlık tarihinde yok. Tarım toplumu kentlere yığılıp, sefil olup, pisliğin içinde hastalıklar ortaya çıktıktan sonra bir takım uygar insanlar “ne olacak böyle” demişler. Ama bunun paralelinde ikinci kutbun gelişmesi de var. Dünyanın iki kutupluluğu böyle başladı. O zaman onlar için yapılan şeyler gerçek mimarlık olmuş. Bunlara da hemen isim takılıp “enternasyonel stil” diye adlandırılmış. Bunlara isim takıp stil demek, ya onu anlamamak ya da ona ihanet etmek demek. Buna Batı Mimarlığı demek ise en büyük cahillik. Batı Mimarlığı değildir ki o, batıda 5-10 kişinin çabasıdır. Aynı yıllarda o “Batı” denen yerde mimarlık tarihinde mimarlıkla anılan binaların ne kadar çok ve etkili şekilde yapıldığını biliyoruz. Zaten o iki kutupluluk içinde durulma olduktan sonra aslında her iki kutbun da bu mimarlara karşı çıktığını herkes biliyor. Ne Stalin ne Hitler onları yaşatmıştır. Çünkü onlar tekrar mimarlığı kendi statülerini oluşturmak için kullanmaya yönelmişlerdir. Orada da bitmiştir o mimarlık.

İşte bunların mimarlık olması lazım. Başka sorun mu yok yani? İnsanların konut, hastane sorunları bitmez. Bunları 20’lerdeki gibi ele alacak mimarlar kalmamıştır. Mimarlık sosyal bir olaydır. Entelektüel bir iştir. Bir uygarlık işidir. Kendini gösterme, oraya buraya imza atma, eser dikme işi değildir ki, o ötekidir. Bunun farkına varılır mı varılmaz mı bilmiyorum. Pek olumlu bakılamıyor geleceğe. Milli Eğitim Bakanı, “okullar komünist değil Osmanlı izi taşıyacak” diyor. Siz o okula Osmanlı izi koymak için harcayacağınız parayla iki tane okul yaparsınız. O sade basit biçimleniş komünist işi, Osmanlı işi de böyle oymalı kakmalı olacak. O kişiye statü sağlayacak, onun politik, sosyal görüşünü yansıtacak. Ama okulların yarısı yapılamayacak. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’yı kaldırdı. Ben bunu bekledim tekzip edilir mi diye. Sonradan bu konu konuşuldu ama tekzip edilmedi.. “Işıklı mekanlar olacak” diyor Bakan. Osmanlı mimarlığında pencere olabilir mi? Işığı binaya getiren o komünist diye adlandırlan binalar. Ayrıca gerçekten komünist olsaydı Stalin onları yok etmezdi. Yani Stalin komünist binaları mı yaptırtmadı? Olur mu öyle şey? Ama buna da bir yanıt çıkmadı hiçbir tarihçimizden, entelektüelimizden.

Dolayısıyla çok ümitli bakmıyorsunuz herhalde geleceğe?

Geleceğe ümitli bakmazsanız o zaman da yaşamamak lazım. Tabii ki ümitle bakılıyor. Çünkü etki ve tepki var. Bu nereye kadar böyle gider? Bu küreselleşme diye anlatılan şey aslında kapitalin karşısında sorunsuz bir ... kitle aramasından kaynaklanıyor. O kitleleri gelip koruyacak sistemleri yok etmek isteniyor. Burada şöyle yanlışlıklar yapılıyor mesela “Amerikan sermayesi geliyor” diye, yok böyle bir şey. Amerikan sermayesi Amerikan halkından alacağını almış zaten ve o dünyayı bir komün haline getiriyor. Komünün en tepesinde 5-10 aile var. Bunlar tabii sistemi ele geçirdikleri için artı değeri en yüksek olan şeyi üretebiliyorlar ama onu bir süre üretip aşağıya atıyorlar. Aşağıda birileri onları yakalıyor, onlar onunla oyalanırken ellerinde üretmekte olduğu şeyleri bir aşağıya atıyor. Biz nasıl otomobil üretir hale geldik? Çünkü artık onlar otomobil üretmiyor. O bize atıldı, şimdi bizden Romanya’ya, oradan Hindistan’a atılacak. Bu sistemin kendi içinde ne kadar garip olduğu anlaşılmıyor mu? Dünyanın bütün kapitali dünyanın tek kalmış komünist ülkesine akıyor. Bunun üstüne insanlar niye düşünmüyorlar? Komünistlik de kapitalizmin bir amacı mıydı acaba? Çünkü orada 1 milyardan fazla insanı 3-5 dolara disiplin altında çalıştırma olanağı doğdu. Bugün Çin’de bile bir şehirde yerleşmiş kapital bakıyor ki 200 km. ötede daha ucuzu var hemen toparlanıp oraya gidiyor. Kendi kendinizin geleceğine karar veremiyorsunuz. Geleceğiniz başkalarının insafında. O zaman o nasıl gelecek, ne olacak bunun sonu. Bir gün gelecek insanlar kendi geleceklerini başkalarının insafından kurtarmaya tabi ki girişecekler. Onun için birşeyler olacak, böyle olmaz. Ama şu anda tabii güçler bunu bu şekilde kullanıyor. Yani böyle iyi bir olay gibi sunuyorlar. 20’lerde evrensellik kavramı var, hatta tabii 20’lerde ortaya çıkmış ama daha önceden var, ilk sömürülen insanlar İngiltere’de Magna Carta’larda var kökeni, evrensel insan kavramının. 20’lerde çok güçlü olarak gündeme geliyor, ve o geliş entelektüel bir geliş. Küreselleşme tamamenticari bir kavram; entelektüel, uygar düşüncelerle bağlantısı yok. Ona rağmen bu yüceltilip diğeri kötüleniyor.

Meslek içi gelişim sürecinizde hangi araçları kullanıyorsunuz ve öğrencilerinize kendilerini geliştirmeleri için hangi araçları tavsiye ediyorsunuz?

Ben mimarlık mesleği açısından en büyük tehlikenin “izm, akım” denen şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir mimarın “ben dekonstrüktivistim” demesi çok iyi bir şey değil. Bu entelektüel bir iş. Bu insan beyniyle yapılan bir şey ve çok değişken kaygan zeminlerde yapılan bir iş. Herhangi bir kalıpla yapılamaz. Onun için bizim stüdyomuzda böyle “izm”ler, kalıplar, sloganlar olamaz. Biz sadece öğrencinin beynini kullanmasını sağlamaya çalışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki insan beyni zaten çerçevelenmekten hoşlanmıyor. Ürettiklerini otomatik olarak denetliyor zaten, ders alıyor. En güvenilecek şey insanın kendi beyni. Biz onu kullanmaya alıştırmaya çalışıyoruz. Bizim belki de her yarıyıl yaptığımız iş bir öncekinden farklı olabilir. Bir şey biliyor da öğrenciye öğretiyoruz moduna girmedik hiç. Kendimiz için de öyle, bu moda girmedik. Daha radikal değişiklikler daha insan beynine yakışır diye düşünüyoruz. Akademizm çok iyi bir şey gibi görünüyor ama akademizm bilgileri donduruyor. Akademi bilgileri dondurmasa daha iyi, ben hep şu örneği veriyorum, mesela eğer Pasteur kendi yolunda gitmeseydi, Fransız Tıp akademisini dinleseydi bugün kuduz aşısı yoktu. Bu mimarlıkta da şöyle: Aslında eğitimde iki tane ana yaklaşım var. Bir tanesi “Ecole de Beux Arts” denen akademik eğitim, ki hep eskiyi uzun süre içinde olgunlaştırmaya yönelik sistemdir. Bunun hitap ettiği bence eskiden aristokrasiydi, bugün kapitaldir . Onun karşısında Fransız İhtilali sonrasında gelişen başka bir mimarlık okulu var. Politeknikler içindeki mimarlık. Yani ikisinin çok önemli bir farkı var. Görürsünüz Orta Avrupa okullarında birinci sınıfta şu resimler kopya edilecek, ikinci sınıfta şu, üçüncü sınıfta şu, dördüncü sınıfta şu diye okulların duvarlarında asılı durur kopya edilecek resimler. Stil öğretiyorsunuz, sonra o öğrenci o stili arsaya adapte ediyor, uyduruyor. Çünkü yerle de çok ilişkisi olmaz onun, o stil ne gerektiriyorsa o olur. Onun karşısındaki Politeknik tam tersi, daha ortaya çıkmamış binaları yapacak beyin üretir. İleride ortaya çıkacak sorunları çözecek beyin üretir. Onun için de bütün mühendislikler yanında mimarlık da politekniktedir. İkisi arasında görüldüğü gibi çok büyük fark var. Ama bu fark anlaşılmadığı gibi farkın birinin estetik diğerinin teknik ağırlıklı olduğu şeklindeki genel kabulü ne büyük bir yanılgı. Bu politeknikler 1800’lerde ortaya çıktığı halde bunların gerektirdiği mimarlığın ortaya çıkması ancak 20. yüzyılı beklemiştir çünkü işveren öbür taraftadır. Bizde de mesela mimarlık eğitiminin tarihi diye Güzel Sanatlar Akademisi’nin tarihinden başlanır, Mogneri, Vedat Bey, Kemalettin Bey diye. Ama Teknik Üniversite’nin tarihi 1773. Ne tesadüf ki tam Fransa’da Politekniklerin ortaya çıkmaya başladığı tarih. O 1773’te kurulan Mühendishane’de mimarlık neydi, hangi binaları yaptı, acaba bir takım stillerle mi yaptı yoksa rasyonel ilkelerle mi yaptı? Nerede bunlar, hiç mi bina yapılmadı? Kimdi bu mimarlar. Niye kimse bunları araştırıp ortaya koymuyor da Mogneri gelmiş de Akademi kurulmuş mimarlık eğitimi başlamış diye anlatılıyor. Hiç de öyle değil. Ondan önce de bir takım İtalayan mimarlar var stil pazarlayan, Leningrad’ı yapan da onlar İstanbul’u, yapan da.

Ferhan Bey bu keyifli sohbet için çok teşekkürler

Ben teşekkür ederim.


(Bu röportaj 24 Kasım 2005 tarihinde yapılmıştır)