Mimar Mualla Eyüboğlu...



İkinci Dünya Savaşı’nın güç koşullarında Köy Enstitüleriyle, yeni bir Kurtuluş Savaşı coşkusu yaşanıyordu ülkede. O ortamda tanıdım mimar Mualla Eyüboğlu’nu, Hasanoğlan’da… Orta boylu, aydınlık yüzlü, çiçeği burnunda bir mimar… Kendi evindeymiş gibi rahattı. Hanidiyse, koşup bir harç teknesinin sapına yapışacaktı. Öğretmenimiz Sabahattin Eyüboğlu’nun kardeşiymiş. Gönüllü gelmiş Hasanoğlan’a.

“Her olanağı sağlarız ona, yeter ki paniklemesin” demiş Tonguç. Ne paniklemesi, yapı kolu başkanlığını üstlenmiş, dört elle sarılmıştı işine. Sabahın köründen akşam karanlığına dek, coşkuyla katılıyordu imeceye. Yapıların, taşı, tuğlası sırtından geçiyordu sanki. Öğrencilerin, uygulamalar içinde yetişmesine özen gösteriyordu. Arada bir, öbür Köy Enstitülerine de koşuyor, Pazarören’in genel planının uygulamasını denetliyordu.

Kayseri-Pazarören’e gidişlerinde, yöreyi inceliyor, halkla kucaklaşıyor, onların yüzyıllardan süzülüp gelen yaratıcılıklarıyla ürettiklerini, özgün Afşar ürünlerini değerlendiriyordu. Eşek kolanlarından yaptığı kemeri, seve seve giydiği nakışlı yün çorapları, kilim parçalarından yapılmış yeleğiyle Anadolu ekinini giyiniyordu.

Ankara’ya indi mi, yabancı modaları izleyen bayanların gözlerini kamaştırıyordu. Afşar kilimleriyle, heybeleriyle, özgün bakır kaplarla donatıyordu yaşadığı yeri. Sesi güzeldi. Her gezisinden yeni türkülerle dönüyordu.

Hele gerçekleştirdiği dinlenme yeri, Bağevi… Tasarımı, gereçleriyle özgün bir yapı. Ekinimizin solunduğu iç açıcı bir yaşam köşesi… Duvarlarda, içerdekileri gülümseten Nasreddin Hoca, Karagöz resimleri… Kitap rafları, satranç köşesi, bağ ile bütünleşen geniş bir balkon…

Şöyle bir mektup almıştı ağabeyi Eyüboğlu’ndan:

“Bedros’a, senin Bağevi için, üç tane alicengiz pano yaptırdım. Sakın duvarlara başka bir şey koymayın. Açık hava tiyatrosu için, bir vagon heykel ve frizle geleceğim. Venüs’le Samatrak dökülüyor. Yontucu Nusret Suman’la birlikte geliyoruz. Hidayet’e söyle, çamur hazırlasın.”

Yapı kolu, yontu işine de el attı. İstasyon tepesindeki Rodin’in Düşünen Adamı kararını verip ayağa kalkmış, tohum saçmaya başlamıştı. “Tohum Saçan Köylü”’yü, Nusret Suman’ın öğrencileri gerçekleştirmişti. Öbür yontuları da…

“Tonguç mu, Yücel mi, Bedreddin mi konuşan,
Tarlalarda, işliklerde bir imece coşkusu,
Yıldızların parladığı anlar mı tarihte,
Ders veriyor, Sok-rates, Montaigne, Eyüboğlu
Katmış ellerini, gözlerini buraya her enstitü,
Toprakta, Cılavuz, İvriz sıcaklığı, yapılarda ter kokusu”

Bir enstitülüydü mimar Eyüboğlu da artık. Öğretmenler dinlenme yeri, açık hava tiyatrosu, tiyatronun yanı başında yarım kalan özgün müzik kolu yapısı… Yarım kaldığı için sonradan enstitü düşmanlarınca uçaktan bakıldığında, “orağa benziyor” diye suçlanan yapı… Allahtan kimseler uçağa binerek, o yapıya, yukarıdan bakmadı da, Türkiye komünist olmaktan kurtuldu.

Ama Köy Enstitüleri, aydınlık eğitim emekçileri, karalamalardan, kıyımlardan kurtulamadı. Köylü yontusu bile, Stalin’e benziyor denerek, Reşat Şemsettin Sirer döneminde yıktırıldı. Talim Terbiye üyeliğinden, Yüksek Köy Enstitüsü öğretmenliğinden ayrılan, 4489’a göre maaşıyla Paris’e giden Eyüboğlu, kardeşi Mualla’ya uzaktan şöyle sesleniyordu:

“Gördük nasıl yermiş Hasanoğlan,
Nasıl belli değilmiş satan satılan,
Nasıl yeşerirmiş insan
Ve nasıl biçilirmiş”

Mualla da, İstanbul’a dönerek sarayların onarım işlerinde çalışmaya başladı. Yıllar önce Sabahattin Eyüboğlu, sonra ressam Bedri Rahmi; “Hoşça kal!” dediler dünyaya… Şimdi de bacıları, Mualla Eyüboğlu… Ama yineliyor Bedri Rahmi’nin dizelerini;

“Biz dünyadan gider olduk,
Kalanlara selam olsun,
Ama hep böyle gidecekse dünya,
Kalanlara haram olsun”

Anısına saygıyla….