"Mimarlık bir erdem olmalıdır, bir felaket değil."



28. Pritzker Mimarlık Ödülü, İstanbul’da gerçekleşen bir törenle Brezilyalı mimar Paulo Mendes da Rocha’ya verildi.

Kariyerine 1950’de Sao Paulo’da başlayan Mendes da Rocha, “Paulist Brütalist Mimari” olarak adlandırılan ve mimarinin etik boyutunu öne çıkaran basit malzeme ve formları kullanan avangart akımın temsilcilerinden biri haline geldi. Günümüzde Brezilya’nın en önde gelen mimarı olarak gösterilen Mendes da Rocha, kariyerini, kullanıcılarına ve topluma duyduğu sorumluluğun ön plana çıktığı yapılar ve mekânlar tasarlamaya adadı.

Da Rocha’ya aldığı ödüle ilişkin düşüncelerini ve mimarlığa bakışını sorduk.

(Röportajın tamamını YAPI Dergisi’nin Temmuz sayısında bulabilirsiniz)

Sayın da Rocha, Pritzker gibi prestijli bir ödülün bu yılki sahibi olarak hislerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Bu ödüle layık görülmekten dolayı mutluluk duyuyorum ve Pritzker Vakfı’nı kutlamak istiyorum çünkü mimarlığın günümüzdeki öneminin farkındalar. Bu ödülün bana Latin Amerika’yı ve özellikle de Brezilya’yı temsilen verildiğini düşünüyorum. Aynı zamanda bu ödülün bir başka önemli yanı, kentlerin önemini ve temelini güçlendiriyor olması. Ödül töreni için İstanbul’un seçilmesi de kültürel bir politika olarak farkındalığın bir kanıtı. Mimarlık bilgisi insanlık için oldukça spesifik bir bilgi. İnsanlık olarak kendimizle ilgili bildiklerimizi mimarlık aracılığıyla öğreniyoruz. Neolitik çağdan başlayarak tanık olarak adlandırabileceğimiz anıtlar bulunuyor. Ancak mimarlığı bir başka boyutta görebilme yolunda örneğin İstanbul çok önemli, çünkü “ilk” mimarlık, doğanın ve coğrafyanın farkındalığının kanıtı ve kent düşüncesinin temeli. Boğaz’ın iki yanı, aslında Kolomb’un seyahatinden çok daha önceleri gezegenin boyutunun keşfedilmeye başlandığını bize gösteriyor. Ancak mimarlık tamamen peyzaj değildir; bir fenomendir, sınırların belirlenmesidir. Mimarlık; sanat, bilim ve tekniğin bir arada ve aynı olduğu bir andır. Aynı zamanda evrende sonsuza dek iz bırakma arzusundan doğan bir yetenektir.

Mimarlık idealinden söz ettiniz. Peki günümüz mimarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Yaşadığınız kent olan Sao Paulo da tıpkı İstanbul gibi gecekondulaşma, göç ve altyapı sorunlarıyla boğuşuyor. Bu bağlamda, sizce günümüz mimarlığının sorunları neler? Mimarlığın insanlara yeterince hizmet ettiği söylenebilir mi yoksa mimari yapıtların anıtsal yönü mü ön plana çıkarılıyor?

Mimarlığın öznesi olan modern kentlerin oluşumu, daha çok politik bir sorun. Tarih ve politika daima çok yavaş ilerler. Tam tersine bireysel olarak düşünüldüğünde insan yaşamı oldukça kısadır. İnsanoğlunun evrendeki varlığı ise insan yaşamının çok ötesine geçer. Ve tıpkı dilde, zamanla şiirle ifade etme biçimlerinin ortaya çıkması gibi, çevremizde gördüğümüz mimarlığın bir kısmı da işlevsel olmayan, sıradışı anıtsal yapıtlardan oluşmuştur. Gelecek hakkında konuşan bu yapıtların, şiirsel boyutu göz önünde bulundurulmalıdır. Tıpkı Shakespeare ve Picasso’nun yapıtlarında olduğu gibi...

Ben yine mimarlık mesleğinin sosyal sorumluluğuna dönmek istiyorum. İstanbul gibi pek çok sorunu olan ve uluslararası pazarın gözlerini dikmiş olduğu bir şehirde mesleğini uygulayacak genç Türk mimarlara neler önerirsiniz? İstanbul gibi bir şehirde mimarlık yapacak kişilerin bugüne ve yarına yönelik sorumlulukları neler olmalıdır?

Mimarlıktan bütün sorunları çözmesini bekleyemezsiniz, ancak mimarlık bir durumu yansıtan bir araç olabilir. Kentin temeli ve kent düşüncesinin güzelliği kentsel tasarımın gerçekleştirilebilmesine bağlıdır. Bildiğimiz gibi “herkes için bir kent” hayal edebilecek teknik kaynaklarımız da bulunuyor. Güzellik, inşa etme arzusunun kendisinde yatar; zaten tasarım yapılmıştır, onu yaşama geçirmek ise politik bir sorudur. Mimarlık bir erdem olmalıdır, bir felaket değil.

Sizin mimarlığınıza gelirsek, ilk projenizden bugüne kadar değişen ne oldu?

Günümüzde insanlık bir dram yaşıyor. Mimarlık çoğu zaman, ne yapılması gerektiği yönündeki nutuklardan ibaret kalıyor, dolayısıyla çok şey değişmiyor. Oysa mimarlık bir sürekliliktir. Örneğin, Niemeyer gibi mimarların yapıtları bir şey gösterme, anlatma iddiasında değildir ama süreklidirler ve onların sonsuza dek sürmesini de umarız. Bir filozofun söylediği gibi; “öleceğimizi biliyoruz ancak ölmek için değil devam etmek için doğduğumuzu da biliyoruz”.

Sayın da Rocha, yapıtlarınız arasında yer alan spor yapıları yenilikçi özellikleriyle öne çıkıyor. Örneğin Serra Dourada Stadyumu taşıdığı özelliklerle inşa edildiği döneme göre oldukça yenilikçi bir plan şemasına sahip. İçedönük Roma arenaları tipolojisinin aksine kente açık, insanları davet eden bir niteliği var. Benzer özellikler Paulistano Atletik Kulübü ve 2008 Paris Olimpiyatları için hazırladığınız projelerde de yer alıyor. Bu yapıları tasarlarken ilham kaynağınız neydi?

Genelde benim ilham kaynağım olmuyor, kabuslarım oluyor. Bütün bunlar, keşif için yoğun bir mimari emek gerektiren şeyler. Elinizde bir arazi, program ve sorunun ne olduğuna ilişkin veriler oluyor. Tipoloji aynı olsa bile bu sorunlar değişebiliyor. Serra Dourada Stadyumu’nda olduğu gibi bu aynı zamanda kent için de bir soru.

Günümüzde spor yapıları hakkında edindiğimiz bilgiler tarihten gelen büyük deneyimlere dayanıyor. Bir keresinde Verona’daki arenada Aida Operası’nı izlemiştim. Bu mekânda eskiden Hıristiyanlar vahşi hayvanların önüne atılıyordu fakat şimdi görüyoruz ki, bu mekân başka bir amaçla kullanılabiliyor. Yani sürekliliği olan bir tarihten söz ediyoruz. Tarihin hareketi, uygarlık ve kültür yalnızca yerel değil, evrensel bir çaba.

Birkaç bin kişiyle bir gösteriyi paylaştığınız stadyumun tasarımı onun kentte alacağı yerle de ilişkilidir. Bu yer aynı zamanda gelecekte gerçekleşebilecek değişimlere ayak uydurabilecek gelişime ve kapasite artırımına uygun olmalıdır. Dolayısıyla bir gerekçelendirme sonucu gelişen mimari anlayışı öncelikle teknik ve konstrüktif bir probleme dönüştürmek gerekiyor. Şimdi yarattığınız her şeyin bir geleceği olması gerekiyor. “Mimarlıkta vazgeçilemeyecek en önemli unsur nedir?” derseniz, bence zamanına uygun olmasıdır. Sürekli yeni buluşlar içermelidir, çünkü toplum ve bireyler mimarlıktan çok daha hızlı hareket ediyor.

Yapılarınızda beton, çelik, cam, ahşap gibi farklı malzemeleri bir arada ve oldukça özenli bir biçimde kullanıyor, bunlar arasında hassas bir denge kuruyorsunuz. Aynı zamanda malzemelerin kullanım olanaklarına dönük yeni önerilerde bulunuyorsunuz. Kullanacağınız malzemelerin seçiminde hangi etkenler rol oynuyor?

Proje, gerçekleştirilmeden önce yani henüz malzeme işin içine girmemişken insanın olağanüstü sezgisi ve arzusuyla var oluyor. Malzemeler ise yapmak istediğinizi gerçekleştirmek için kullanabileceğiniz teknik kaynaklardır. Malzeme sizi kısıtlayan bir etken olmamalıdır. Hiçbir şey kullanmadan mimarlık yapabilmek olanaklı olsaydı, eminim ki mükemmel olurdu. Venedik, Londra gibi kentlerde ve İstanbul’da da gördüğüm gibi, kent henüz bitmemiş bir mimaridir.

Bugün kaldığım otelde yaşadığım bir anı aktarayım size. Babasıyla birlikte asansöre binen küçük bir çocuk, asansördeki kalabalık gruptan duyduğu endişeyle babasının bacağına sarılmıştı, babası da onun başını okşayarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Aslında asansördeki kalabalık kentin ta kendisiydi. Bence bu sahne bile bir mimari projeye temel olabilecek dürtüyü yaratabilir.

Sayın da Rocha bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.

Bu nazik söyleşi için ben teşekkür ederim.


Röportaj: Derya Nüket Özer, Sena Özfiliz
Fotoğraflar: Sena Özfiliz
(Bu röportaj 31 Mayıs 2006 tarihinde yapılmıştır.)

Paulo Mendes da Rocha’nın hayatı ve yapıtlarıyla ilgili haber dosyamıza buradan ulaşabilirsiniz.