Bir kez daha görüldü ki, basınımızın kalem üstatlarının gözünde Picasso, bir modern sanat efsanesinden öte bir şeydir. Onun İstanbul'a gelmesi, bu efsanenin ağızlara pelesenk olmuş ve giderek aslından soyutlanıp Picasso mitine dönüştürülmüş, yapıtından uzağa çekilen basit yorumları yeniden kızıştırmış, ama sergiye nasıl bir gözle yaklaşılması gerektiği sorunu bir kez daha askıya alınmıştır.
Sabancı Holding'in desteği, Fundacion Almine Bernard Ruiz Picasso para el Arete'nin işbirliği ve İstanbul Fransız Kültür Enstitüsü'nün katkılarıyla düzenlenen 'Picasso İstanbul'da' sergisi, sözgelişi Barcelona ya da Paris'teki Picasso müzelerinde karşımıza çıkacak yapıtlardakinden farklı bir Picasso vizyonu yansıtıyor. Öncelikle bunun altını çizmek gerekiyor. Ailenin tasarrufuna geçmiş ve sanatçının ölümünden sonra onun tercih ve değerlendirme ölçülerinin dışında kalmış olan yapıtlar, daha önce müzelerde ve koleksiyonlarda yerlerini almış ve bu yolla kamuya mal olmuş yapıtlarla eşdeğerli bir konumda değildir.
Kuşkusuz her iki gruba girenler, aynı sanatçının elinden çıkma işlerdir, ama sanatçının, yaşarken atölyesinde ya da elinin altında şu ya da bu nedenle tuttuğu, belki de elinden çıkarmakta tereddüt ettiği yapıtlar, beklemeye alınmışlardır; aralarında öyle parçalar vardır ki, sanatçısı için onlar, belki de yaşadığı sürece, atölyenin eşiğinden dışarı çıkmayacaklardır.
İmzasız yapıtlar
Müzelerden alınan birkaçı dışında, İstanbul'a getirilen Picasso'ların büyük bölümü, sanatçının ölümünden sonra ailenin eline geçen ve vakfa mal edilen yapıtlardan oluşuyor. Resimlerin neredeyse tamamının imzasız olması bir yana, tarihsel bir sıralama altında izlenmesini zorlaştıran etkenler nedeniyle de, belli bir program çerçevesinde sunulma olanaklarından doğaldır ki uzak bulunuyor. Örneğin, özgün imza taşıması ve numaralanmış olması gereken baskı resimler arasında bile bu koşulu içermeyenler var. Böyle bir durum, baskı resim kalıplarının, Picasso'dan sonra kullanıldığını düşündürüyor.
Serginin küratörü Marilyn McCully ile Picasso uzmanı John Richardson'un, açılıştan sonra düzenledikleri söyleşide, bu konuya açıklık getirmek için söyledikleri, ilk anda akla gelenleri doğrulayıcı nitelikteydi: Picasso, resimlerini satış aşamasına geldiğinde imzalıyor, imzalamadıklarını da böylece satış sırası gelinceye kadar imzasız tutmuş oluyordu. Kendine özgü imzasını, çok zaman yapıtın üretildiği tarih eşliğinde yapıta koymayı ihmal etmediği, Picasso'nun müzelerdeki örneklerinden de bilinir.
Kuşkusuz konuyu abartmak gibi bir niyetim yok; ama bir olguya dikkat çekmek istiyorum yalnızca. Ne var ki, aralarında heykel ve seramik objelerin de bulunduğu oldukça kapsamlı serginin İstanbul'a taşınması karşısında, ilk kez gerçekleşen bu olayı magazin boyutlarında ele alan yazıların, kimi yerde mizah sınırlarını zorlayıcı yorumlarını basında okudukça, Picasso'nun ortalama izleyici için merak konusu olan renkli kişiliğinin, sanatından daha fazla ilgi çekici olabildiği gerçeği önümüzde sırıtıp durdu. Bir kez daha görüldü ki, basınımızın kalem üstatlarının gözünde Picasso, bir modern sanat efsanesinden öte bir şeydir. Onun İstanbul'a gelmesi, bu efsanenin ağızlara persenk olmuş ve giderek aslından soyutlanıp Picasso mitine dönüştürülmüş, yapıtından uzağa çekilen basit yorumları yeniden kızıştırmış, ama sergiye nasıl bir gözle yaklaşılması gerektiği sorunu bir kez daha askıya alınmıştır.
Konuyu magazin boyutunda ele alma alışkanlığımız, bu kez de etkisini göstermiş oluyor. Bu sergiyi, İstanbul'da yeni kurulan müzeler arasındaki rekabete malzeme yapanlar bile çıktı. yabancı bir sergiyle tanışmaktan başı dönenler, kendi müzelerimizin bu tür yapıtlar edinmekte bugüne kadar neden yaya kaldıklarını düşünmek zahmetine girmediler. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi, dışarıdan gelecek bu tür sergilerle Türkiye'nin müzecilik ve sanat eğitimi sorununa köklü bir çözüm bulunamayacağı gerçeğine değinen olmadı pek. Picasso gibi başka ünlülerden daha birçokları İstanbul'a gelebilir -gelmelidir de- ama, o ünlüleri bir yana bırakalım, onları arkadan izleyenlerle olsun, kökten bir tanışmaya girmedikçe, hayatımızın konuk ağırlamakla geçeceğini bilmek zorunda değil miyiz?
Dubuffet'ye de aynı ilgi gösteriliyor mu?
Picasso sergisinin kapısı önünde ziyaretçi kuyruklarının uzaması ise kuşkusuz sevindirici. Ama bu kuyruklar, korkarım ki ''Picasso İstanbul'da'' sergisiyle sınırlı kalacak; bu sergiyle zamandaş olarak açılan ve en az Picasso sergisiyle benzer bir düzeyde yer alan Dubuffet'ye de aynı ilgi gösteriliyor mu acaba? Ya da bundan sonra açılması planlanan başka önemli sergiler de bu serginin İstanbul'da ulaştığı mazhariyete ulaşacak mı?
Kanımca sorun, bu aşamada, sanatın kitlelere ulaştırılmasında ve kavramların paylaşılmasında, sanat dışı koşullanmalardan uzaklaşarak, işin özüne biraz daha yaklaşılmasını kolaylaştıracak çözümler üzerine anlaşmaktır. Picasso'nun sofra kültürüne yaptığı katkılar nedeniyle ya da onun eşleri ve metresleriyle olan ilişkilerinde 'dâhi' sanatçı imajı görenler, onun adı çevresinde odaklanan modern sanat kavramını çözmeye çalışır ve ülkemizde konuk ettiğimiz sergiyi bu açıdan güzel bir fırsat olarak değerlendirebilirlerse, Sabancı Müzesi önünde uzayan kuyrukların anlamı biraz daha derinleşmiş olacaktır.
Böyle bir serginin getirdiği yüke katlanarak 'Picasso İstanbul'da' sergisine öncülük yapan Sabahcı Holding'in bu yol açıcı çabasının öteki kuruluşlarımızı da harekete getirmesi, en içten dileğimizdir. Avrupa Birliği'ne üyelik girişimimize haklılık kazandırmakta, bu tür kültürel girişimleri hayata geçirmemizin büyük payı olacağını söylemek bile fazla olacaktır.