Saldırgan Müze Yapıları ve Kuşkularım



Sanıyorum 25 yıl önce idi. ABD’ne ilk gidişimde Washington’da I.M. Pei’nin Modern Sanatlar Müzesi’ne gidiyorum. Yalın iri bir yapıya, Moore’un iri heykelinin yanından giriyor, devboyutlu bir hole geliyorum. Tavanda devboyutlu bir mobil sallanıyor. Hol sanki kapalı bir şehir meydanı... Girdiğimiz sergi salonu bu holden sonra oda gibi algılanıyor. İçinde Giacometti heykelleri, olduğundan daha cılız görünüyorlar. Sergi mekânında benden başka kimse yok, kalabalık, büyük holdeki kafeteryayı doldurmuş, iştahla atıştırırken heyecanlı tartışmalar yapılıyor... Konularını bilmiyorum.

O seyahatimde en çok görmek istediğim, gençliğimin rüya yapısı F.L. Wright’ın New York, S. Guggenheim Müzesi’ne koşuyorum... 5. Caddenin uydurma neoklasik yapıları arasında, bir yüzük taşı gibi hem güzel, hem çevresine saygısız bir hali var. İçeride, kitaplardan posta kartı büyüklüğünde tanıdığımız, aslında gerçek ölçüleriyle çok etkileyici Rothko sergisi.... Guggenheim’ın yuvarlak harika rampasıyla oluşan baş döndürücü orta mekânının çevresini artık kimse düşünmüyor. Tabloların kavisli duvar üzerinde durumu, seyircinin gözlerine gelen üstteki şerit pencerenin ışığı kabul edilemez bir çözümdü.

Amerika’da on kadar müzenin bir Uffizzi Galerisi veya Paris, Londra, Viyana, Madrid’deki saray/müzeler olmayacağı doğaldır. New York Metropoliten hariç. Ama, yukarıdaki iki örneğe karşılık M. Breuer’ın Witney, Stone’un MOMA Modern Sanatlar Müzesi gibi, işlevlerine saygılı yapılar da var.

O günlerdeki düşüncem, mimarların “narsisizm” duygusunu haklı görmesek bile, hoşgörmek gerektiği çevresindeydi. Mimar kendini göstermek dürtüsünden kurtulamıyordu.

Derken, Gehry’nin Bilbao bombası patladı ve arkasından dünyanın şanslı, başarılı ve gözde mimarlarının yarışı başladı. Bunların bir bölümü başarıyı şaşırtıcı olmakta arıyorlar. Bu kuşkuları düşüncelerim arasına yerleştirmeye çalışırken, Sayın Şengül Öymen Gür’ün, YAPI 252’deki “Kent Makyajı” başlıklı yazısı ve fotoğrafları, çeyrek yüzyıldır taşıdığım duygularımı ateşledi. Yazımın başlığı, bir akademisyen titizliğiyle değil, bir tasarımcı tepkisiyle seçilmiştir.

• Şehrin kimliğini güçlendirecek, onu anımsatacak yeni imgeler eklemek,
• Toplumlara çağdaş anlamlı anıtlar, düzeyli ilgiler sağlamak,
• Kültür ve sanatı ekonomiye kazandırmak
istenmektedir.

Dünyanın yedi harikası, yapılardan oluştuğuna, Taç Mahal Hindistan kadar ünlü olduğuna göre, bir efsane yaratmak hedef alınmıştır.
Bu amaçla açılan etkileyici, medyatik ve bellekte yer yapacak imge arayış ve yarışında güzellik ile şaşırtıcılık arasında bir yerler seçilmesi söz konusudur. Bale ile cambazlık arası gibi bir şey... Gerekçeler arasında açık seçik olanı, olası çoğunluğu meraklandıracak, oraya çekecek, gelenleri hayran bırakacak, belleğinde yer yapacak ve özellikle para kazanacak yatırımdır.

Fakat, başdöndürücü olması istenen yapı, içinde sergilenecek küçük sanat veya zanaat ürünlerini aşağılamış oluyor, işleviyle ters düşüyor.
Bir garip devi algılayarak gelinen yapı içindeki mekânlar alışılmış biçim ve ölçülere indirilmiş olsa bile, ziyaretçi önceki algıların etkisinden kurtulamaz. Görkemli cami veya katedrallerde insanlar, gelirken soyut ve hayal edilemez güçleri düşünmeye hazırlanmaktadırlar. Müzelerde önlerine konan hiçbir somut parça onlara doyum sağlamayacaktır.

Benzer bir örnek olarak Scharoun’un konser salonu akla gelebilir. Orada salonun karartılması dikkatleri müzik üzerinde toplayacaktır.
Ressamların, yontucuların ve görsel alt sanat erbabının bu gibi işlev karşıtı bir davranışa isyan etmeleri gerekir.

Şehrin Bir Kültürel Yapı veya Simge Kazanmasına Güzel Örnekler Var
Dükler Sarayı’nın Venedik’i, Taç Mahal ve Chandigarh’ın Hindistan’ı tanıttığı gibi Sidney Operası, Brasilia yapıları da şehirleri hattâ ülkeleri tanıtan referanslar oldular. Bunlar ya kimlikleri henüz belli olmamış yeni şehirlerin anıtları veya şehirleriyle bütünleşen yapılardır.

Benim yetişmeme göre, bir simgenin o şehir için, çarpıcı bir form olmasından önce kültürel aidiyeti gelir. Yani bir şehrin özelliği, farklılığı, bir soyluluğu, bir kimliği vardır. Bilbao, bir Las Vegas değildir. Benzeri binalar, Bilbao, New York, Washington veya arkası gelecek başka şehirlerin kimliği olamaz, katkıda bulunamaz. Kültürel açıdan ancak New York’a yakışır.
Ancak küçük bir bölümü saygıdeğer olan yüzbinlerce Amerikan filmi, çağın kültürlerini tahrip ederek dünyayı dolaşmaktadır.

Bir şehrin simgesi olacak yapı, onun kültürünün çağdaş söylemi olmalı, geçmişi ve geleceğiyle ilgili bir anlam, bir söylem taşımalıdır. Bunlara arkasını dönmüş, para kazanma amaçlı yapılar Las Vegas’a veya Disneylandlar’a yakışır. Dünyanın birçok yerine yapılan aynı şey, nasıl orayı anımsatan bir anıt olur?

Bir Heykel / Yapı Olarak, Bilbao Guggenheim ve Diğer Çarpıcı Müzeler
Gehry’nin yapısı, Bilbao şehrinin yapıları arasında, diyelim geleceği, gelecekte teknolojik yeni patlamalar beklenmesi veya yaşamı oluşturan her şeyde büyük devrimler olacağını haber veren bir formdur. Planda da ortadaki holden fışkıran birbirinden farklı eklerde, bir patlama çağrışımından çok uzak değil. Tarihin ilk atom bombasının atıldığı Hiroşima’da, bombanın düştüğü, 20. yüzyılın felaketlerinin ve arkasından gelen umutlarının simgesi bir anıt olsaydı örneğin... İçinde de bu temayı işleyen mekân ve heykeller olsaydı... Veya daha keyifli bir bakış, soyut devboyutlu bir bitki hayali çağrıştırsak. Ama içi de ona uygun bir yorumla biçimlense, bir doğa müzesi olsa, içinde çiçekler, balıklar olsa...

Efsanedeki çocuklarını yiyen anne Kronos gibi, kendinden küçük yapıtları yiyen bir dev bitki sanki...

İlk bakışta, modern geleneği yıkanlardan görünen Zaha Hadid de, sanıyorum bu becerisini daha çok bilgisayara borçlu. Cincinnati Çağdaş Sanatlar Merkezi yapıldığında son görünüş çıkacaksa, yapay mutluluk üreten bilgisayar perspektiflerini yasaklamak gerekir, derim. Ayrıca Modern Mimarlığın harika birikimlerinden, evrimden niye kaçtıklarını sormak isterim.
Devrimci mimarların bol söylem ve tarihe meydan okuyan görüntülerine karşın, incelendiğinde, yarattıkları fırtınalar içinden, özgür ama çağa yabancı olmayan planlar çıkmaktadır. Örneğin Bilbao’da da, Gehry’nin önceki tasarımlarında da bu böyledir. Postmodern söylem de, tasarım kavramlarındaki tutarsızlıktan kaybetmedi mi?

Eisenman 1990’ların başında Ankara’ya konferans vermeye geldiğinde, Gehry’nin tasarımlarının -bir kâğıdı avucunun içinde buruşturup masaya bırakarak- rastgeleliğini anlatmak istemişti... Kendisi ayrı konu...
Özgürlük sözcüğünü Wright da bolca kullanırdı. Şimdi akılcılar dahi özgür yorum yapmasalar bile kurallaşmış kuramlara fazla yakın görünmüyorlar.
Devrimcilerin yenilik söyleminin tarihi evrimden kurtulma arayışlarından çok, bireysel yetenekleriyle ilgi çektiklerini düşünüyorum. Kaldı ki, bir tasarımcının istese de işlevin, inşaatın etkisinden kurtulabileceğini sanmıyorum. O zaman anlaşılmaz olmak istiyor, yeteneklerini farklı söylemlerle tanıtmaktadırlar.

Bu yapıların, aralarında mimarların da bulunduğu pek çok insanın kafasını karıştırdığını düşünüyorum. Z. Hadid gibi, 20. yüzyıl değerlerine meydan okumak isteyen, deneylerinde, mimarlığında göze hoş gelen form bozmalar (deformasyonlar) da bulunan mimarları Modernizmin rıhtımında bağlı, kendi kendine fırtınalar yaratan bir gemiye benzetiyorum. Bu deneylerin bir zararı olmadığını, kıyıdan köşeden bazı anlatımlar yakaladıklarında çağın birikimine katkılarının da olduğunu düşünürüm. Bol söylemlerin içinde ilginç sözlere de rastlandığı gibi...

YAPI’nın 252. sayısında Sayın Gür’ün de dediği gibi Calatrava’nın Santiago Müzesi, köprülerindeki inceliği taşımıyor. Lyon Tren İstasyonu’ndaki, sanki rayların devamı gibi ve tren yolunun kavisine de uyum sağlayan çelik örtünün anlamlı ve yeni söyleminden çok uzak. Biraz kaba bir form cambazlığı, içinde sergilenecek ürünlere hiç de duyarlı bir yaklaşım değil.
Gluckman’ın Austin Sanat Müzesi çarpıcı bir özellik taşımıyor. Şehrin, belleklerle bu yapı aracılığıyla ilişki kurması resimden olası görünmüyor. D. Libeskind’in Minneapolis ve Denver önerileri şehirlere güzel heykeller kazandıracağa benziyor. Herzog & de Meuron’un San Francisco önerisi yenilikçi ve diğer görsel sanatlara saygılı bir yorum görünüyor. R. Koolhas’ın Los Angeles projesi gibi..

Rafael Moneo mimarlığı, Latin kültürel sürekliliği içerisinde ve Kuzey Avrupa yalınlığıyla duyarlı, çok güzel ve insana sevgiyle yaklaşan bir anlatım sürdürüyor. N. Foster çağdaş ve ileri teknolojiyle çağdaş mimarlığa yeni imgeler kazandırmıştır. Fakat Boston Müzesi perspektifinde insanları cüceleştiren ölçülerle çalışmış olması anlaşılamaz.

Tadao Ando ve diğer Japon mimarların, ayakları yere basan yaklaşımlarla çağdaş evrime katkı yaptıklarını düşünürüm.

Zaten MOMA, New York Modern Sanatlar Müzesi, benim bildiğim, dünyanın en başarılı sergilerini düzenlemektedir. MOMA’nın yeni yapısında da farfaraya gereksinimi yoktur.

Bellekte yer arayan bu yaklaşımların, kuşkusuz en kışkırtıcı mimarı F. Gehry’nin, New York Müzesi ve Washington Galerisi önerileriyle, “yanlış ama güzel” kümelemesi içinde yol aldığını düşünürüm. New York yeni Guggenheim’da, yapının yerdeki bölümünün kâgir olması ve ortasından bir kâgir kule fırlaması ve kâgir kule çevresinde metal devboyutlu yaprakların uçuşması, yapının iç düzenlemesi ve iç/dış mekânsal ilişkilerinin Modern Mimarlık geleneğine oturtulması işaretlerini veriyor. Washington Galerisi’nde böyle sağlam bir karar olmasa da, fotoğraflardan, bu tasarımda bu kez mekânsal düzenlemeleri dışarıya yansıtan açılmalarla ele almış görünüyor.

Rönesans Döneminde
Michel Angelo’nun David Heykeli’ni Çıplaklığı Nedeniyle Taşlayan Yobazlardan mıyım?

Her ne kadar Türkiye’de, Batılı’nın her şeyi daha iyi bildiğine inanılır ve o tarafta her ilgi gören şey bizde itibar görürse de, ben yanlış veya doğru, kuşkulanmak hakkımı kullanmak isterim. Bu şaşırtma, hayran bırakma, belleğe girme girişimi ne kadar evrenseldir? Her farklılığın güzel olmadığına, insanların güzele hayran kalmaları ne kadar soylu bir duygu ise de, şaşırtıcı şeylerle karşılaşmadaki duygularının pek de üst düzey nitelikler taşımadığını düşünürüm. Şaşırtıcının meraklısı ne yazıkki çoktur. Ama düşünce ve duygularının ne kadar gelişmiş olduğunu bilemem. Sinema perdelerini dolduran vahşi, abes ve içeriksiz ama seyirciyi şaşırtmak için teknolojiyi ve hayalgücünü iyi kullanmış filmlerin çokluğu da beni şaşırtıyor. Eski bir sinema düşkünü ben, reklam ve eleştirilere inanamıyor, yıllardır sinemaya gidemiyorum. Örneğin, Jurassic Park filmiyle bir ara yer yerinden oynamış, çok büyük maliyetler ve gelirler konuşulmuştu. Bence, o da bir masal olan Tarzan filmleri daha az sahteydiler. Olası çok insanı duygulandırmak için, keman değil davul çalmak mı gerekiyor? Küreselleşmenin sanatta da daha çok insana yönelik olmak isteği, söylemin düzeyini, niteliğini etkileyecektir.

Tek İşlevli, Tek Konulu Evrensellik Olur mu?
Bilbao’dan önce de metal kullanıldığını biliyoruz. Fakat Gehry’nin ona diğer malzemelerden farklı köklü bir kullanış, yorum getirmesi müzeyle başlamıştır. Tasarımda işlevin yorumunu kendi anladığı gibi yaptığını düşünelim. Şimdilik “sergilemek”le sınırlı. Bu konunun dışında aynı yaklaşımı nasıl yorumlayacağını merak ederim. Yani mimarlığını nasıl sürdürecek?
Örneğin Sedad H. Eldem’in 1920’lerde, daha öğrenciyken takıldığı “Türk Evi” mimarlığı hedefi vardı. Modern olmak zorunluluğu kalktıktan sonra, bu yaklaşımla 1939’da yaptığı New York Sergisi Türk Pavyonu’nda Oryentalizm’e ve 1940 başlarında, üniversite yapılarında ise Neo-klasisizmin faşist yorumuna sığınmak zorunda kaldı. Çünkü ev mimarlığı, her işleve bir anahtar değildi. 1949’dan sonra da, yalılarda Boğaziçili, diğer yapılarda ise pratik olmak zorunda kaldı.

Yenilik, İşlevin ve Değerlerin Yeniden Gözden Geçirilmesi Değil midir?
Kavramların Vitruvius’tan bu yana 2000 yıldır aynı kalması beklenemez. Değerlerin de uygarlıklara göre yorumlar içerdiği ortada. Teknolojinin, mimarlığın temel taşlarını yerleştirdiği ve son 150 yılda önemli gelişmelere neden olduğu biliniyor. Son otuz yılın, bilgisayarın tasarım ve imalatta, hattâ inşaatta köklü etkileri görülüyor. Yaşam değişmiş, dünyanın bir bölümü çok zengin olmuş, istekler artmıştır.

Gehry’nin davranışının bir özgür ve çağdaş tekno-barok olduğunu söyleyebilirim. Mekân oluşmasında yardımcı olan biçimler, şimdi doğrudan tasarımı yönlendiren formlar, daha güçlü ve daha yeni. Yenilik, insan düşünün sınavı, yarışı, coşkusu ve övüncüdür. Önemli bir istektir. Onun başarısı kısa ömürlü şaşırtıcı hayranlık değil, sürekli sevgi dolu bir beğeni, bir coşku olmalıdır. Tarihin ortaya koyduğu bu gerçeği, klasik denen sınırsız ömürlü güzellik, evrensellik olmalıdır. İzleyicinin tasarımcıyla aynı istekle buluşmasına da beğeni diyoruz. Bu da bir isteğin paylaşılabilir, yani anlaşılır olmasıdır.

D. Libeskind’in Berlin’deki Yahudi Müzesi’nin geleneksel mimarlıkta anlamını bulamayan yaşamın, gerçekte düzensiz, rastlantı, zigzaglarla dolu olduğunu göstermek için çevrenin mekânsal huzurunu altüst etmeye hakkı var mıdır?

Sonsöz
Karmaşık bir düzenleme bellekte bir karmaşa olarak yaşayacaktır.

Yapı 254