"Şehir Kapitalizmle Değil Kapitalizm Dışı Mekanizmalarla Gelişir"



2002’den beri sürdürülen Galataport projesinde kamu yararı olmadığını aksine İstanbul’un dokusuna zarar verdiğini projeye karşı açılan davalarda bilirkişiler de savcılar da kabul etti.

Ancak bazen ismi bazen içeriği bazen de ihaleye çıkaran kurum değiştirilerek projeye devam etmenin yolu hep bulundu.

Karaköy’den gelip geçerken hep gördüğümüz o inşaat halinin neyle sonuçlanacağını bir türlü öğrenemedik. Bize gösterilen sadece eski İstanbul fotoğrafları ve yıkılan alanlardı.

Bianet'ten Tansu Pişkin'in haberine göre, Mimar Korhan Gümüş Galata’nın bizim bildiğimizin çok daha ötesine uzanan hikayesini ve bu projeyle kent halkına yapılan haksızlığın nasıl sürdürüldüğünü anlattı.

"Gözümüzü kapatıp nostaljik bir şekilde geçmişe bakmamızı istiyorlar"

Kültürel ve tarihi olarak Galata İstanbul için nasıl bir önem ifade ediyor?

Galata 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra önemli bir ticaret, finans, sanat ve yayın merkezi oldu. Avrupa'nın önde gelen limanlarından biriydi ve birçok profesyoneli buraya çekiyordu. Köprü yapıldıktan sonra Haliç iç ve dış diye ayrıldı. İç kısımda bir takım küçük iskeleler, depolar yapıldı. Elçiliklerin burada olmasından dolayı da Tophane kısmı dış ticaret merkezi olarak gelişti.

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra nüfus yarı yarıya azaldı ve o nedenle şehirde yeni bir şeye ihtiyaç yoktu. Aynı vapurlar, aynı su sistemleri kullanılıyordu. Ama 1950'lerde bir kıpırdanma olunca devlet Karaköy'den Mimar Sinan Üniversitesi'nin olduğu yere kadar bölgeye dış ticaret limanı olarak el koydu. Amaç aynı Duyun-u Umumiye gibi devletin ekonomisini Ankara’nın kontrol etmesiydi.

Babam derdi ki 'Bak gemi yanaşıyor. Şimdi Ankara'ya bir telefon gider buradan, gümrük vergisi düşer, gemi kalkar, gümrük vergisi yükselir'. İthal ikameci dönemde bugünkü imar planları gibi gümrük oyunları var ve devlet gücü bu şekilde kullanılıp insanlar zengin ediliyordu.

Mallar buradaki limanda bekliyordu. 1970'lerde köprü yapılınca şehir yavaş yavaş desantralize olmaya başladı, endüstri daha çok Anadolu tarafına kaydı ve Galata 1987'den itibaren işlevsiz kaldı.

Devlet 50'lerden beri Beyoğlu denen ticaret ve şehrin en canlı merkezini kapatıp denizle ilişkisini koparmış. Sonra da ‘işim bitti’ deyip öylece bırakmış ve burası bir çeyrek yüzyıl tamamen işlevsiz kalmış. Şimdi de çare olarak bula bula şehrin en değerli kamusal sahilini satmayı buluyor.

Projeyle ilgili ayrıntı verilmiyor. Duvarlara asılan fotoğrafların hepsi İstanbul’un eski dönemlerine ait…

Bizim gözümüzü kapatıp nostaljik bir şekilde geçmişe bakmamız isteniyor. İtiraz ettiğimiz zaman da 'Burası çeyrek yüzyıl işlevsiz kaldı, ondan önce de 50 sene İstanbul'u sömürmek için kullanıldı. Öyle mi kalsın' diye yanıt veriyorlar geçmişi tekrarlıyorlar. Ankara bu defa bizzat kendisi bölgeyi kapatarak değil pazarlayarak gelir elde ediyor.

İstanbul Modern'i yıkıp Paket Postanesi'ne taşıyacaklarını açıkladılar. Ancak Paket Postanesi de yıkıldı. Demek ki aynı Zorlu’da olduğu gibi sürekli bir şeyler değişiyor projenin içinde. Bu binaların yıkılmasının nedeni çürük olmaları değil bölgede çok yüksek bina yapmak yasak olduğu için inşaat katını iki katına çıkarmak adına birçok yeri yıkıyorlar. Üstte eğer beş kat varsa aşağıya da o kadar girebilmek için muazzam derinlikte kazıklar çakıyorlar.

Şehrin liman binasını bile paldır küldür yıktılar. Bu keyfiliğin arkasında koruma kararlarının ciddiye alınmaması var. Kamu fikri çökmüş vaziyette. Bürokratik koruma modeliyle şehir korunamaz. Bu mekan Ankara'nın yeri değil, merkezden yönetilemez.

"Fikir üretimi kiloyla satın alınmaz"

Galataport projesi nasıl kurgulanmalıydı ya da böyle bir projeye ihtiyaç var mıydı?

Bir kere konunun şehir ölçeğinde düşünülmesi gerekiyor. Şehirde sanat, eğitim, deney alanı konuşmadan doğrudan doğruya sadece otel ve rezidans dikmek verilebilecek en büyük zarardır. Bu merkeziyetçi yaklaşım değişimin tek alternatifinin özelleştirme olduğunu gösteriyor. Oysa bu büyük bir haksızlık.

Şehir kapitalizmle değil kapitalizm dışı mekanizmalarla gelişir. Mesela Venedik'te Arsenale özelleştirilse orası da ölür. Venedik şehri şu anda piyasa dışı bir alan yarattığı için bu kadar kıymetli. Kapitalizm kapitalizmi öldürür; çünkü herkes bulaşıkçı olur.

Nesne adına konuşmak değil onu konuşturmak için çalışıyor bütün dünya. Dolayısıyla buranın tek çözümü özelleştirmeymiş gibi ya da şehri haraca bağlamış gibi bölgeyi kapatmak değil.

Bölgede son derece kaliteli ve kullanılabilir bir vaziyette yapı kapitali vardı. Projeye yıkımla değil kullanımla başlanılabilirdi. Bu alanı şehir halkının kullanabilmesi, kamusal nitelik kazanması için fonksiyon sabitlemeden önce en azından konuşulabilirdi.

Kıyılar anayasada herkesin eşit ve özgür olarak ortak yararlanması gereken alanlar olarak belirlenmiş. Fakat bu bölgede halkın zaten kıyıya ulaşımı yoktu. Kıyıya oteller dikilirse hiç olmayacak.

Önemli olan buradaki sürecin kamu ile ayrıcalıklı piyasa aktörleri arasında cereyan etmesi. Görünüşte aynı özel sektör gibi bölgeyi pazarlamak isteyen direkt sahip Ankara var. Karşısında da ayrıcalıklı piyasa aktörleri var. Gerçek bir piyasa rekabeti yok çünkü proje belirlenmeden ihaleye giriliyor. Bu, ihale edilen alanı yağmaya açmak demek. Ankara bu işi denetlerken daha fazla nasıl para kazanacağına bakmayıp da yatırımcıya bir takım kurallar koysa ya da ortada bir proje olsa başlangıçta yıkılmayacağı söylenen Paket Postanesi bugün yıkılamazdı.

Bu kararlar kimsenin ruhu duymadan, formel işleyişler içinde olmadan, iki dudak arasından çıkan sözlerle alınıyor. Galataport da bunun şahikasıdır. Yöntemsel araçlar kararların içeriğinden bazen daha önemlidir. Tamam, bir değişim yapılacak ama nasıl yapılacak, bunu görmek bizim hakkımız. Zaten hukukun üstünlüğü bunu gerektirir çünkü bu projeyi devlet kendisi için değil halk için yapıyor.

Projeleri yapan bürokratlar burada ne olacağını bilemezler. İşin içinde sosyal konular, istihdam politikaları vesaire vardır ve şehrin enerjisini almak gerekir. O nedenle müdahalenin içeriğini oluşturan projeler, planlar, fikirler piyasa dışı mekanizmalarla geliştirilir. Asla ve asla bir müteahhide verilemez.

Verildiği takdirde Emek Sineması'ndaki gibi müteahhit kendi mantığını sergiler. Kararın kamusal nitelik taşıması için ara yüzün piyasa dışı olması gerekir. Eğer bir piyasa aktörü oraya girerse haksızlık yapılmış olur. Oysaki ara yüz açılırsa farklı fikirler üretilir, şeffaflık sağlanır ve asimetri ortadan kalkar. Yani insanlar süreç hakkında bilgi sahibi olur ve güçlü bir kamuoyu oluşur, bu işin halk adına yapıldığı belli olur.

Rekabet koşulları proje bittikten sonra ihaleye çıkarılır. Ama fikir üretimi kiloyla satın alınmaz. Piyasa aktörleriyle hemhal olup yaptıkları şeyi bize dayatarak şiddet uyguluyorlar. Meslek odalarının devreye girip kamuyla ilişkiyi düzenleyen kurum olduğunu hatırlatması lazım kendi adına konuşması değil. Aksi olunca karşı taraf da 'Bunlar her zaman itiraz ederler' diyor. Üniversiteler de şirket gibi 'Benim bu işten kazancım ne olacak' diye bakıyor.

"Biz şehre sadece erişmeye çalışırız onu tanıyamayız"

Galataport’la başlayan süreç tarihi yarımada olarak bilinen bölgenin diğer kısımlarına veya karşısında Haydarpaşa’ya kadar sıçrar mı ve sonuçları ne olur?

1990’larda 3. Köprü mücadelesi sırasında Marmaray teklifi vardı. O zaman birçok kurum bu teklife raylı sistem diye sahip çıkmıştı. Tarihi yarımadaya Marmaray'ın bağlanması tren yolunun devam etmesi gibi gözüküyordu fakat bu Haydarpaşa ile Sirkeci’nin işlevini yitirmesi, tarihi yarımada dokusunun mahvedilmesi ve oradaki kentsel peyzajıyla bir sit özelliği taşıyan endüstriyel ulaşımının dönüşmesi demekti.

Bir Marmaray dokuz köprüye bedeldir; çünkü Marmaray bütün ana şebeke boyunca yolların dikleşmesi demek. O zaman biz tarihi yarımadanın şehrin ana ulaşım omurgası olduğunu ve Marmaray'ın E5'in altından girip Kağıthane'den çıkması gerektiğini söyledik.

O zaman bu anlaşılabilseydi, Haydarpaşa ve Sirkeci birçok sanat etkinliğine de ev sahipliği yaparak hala banliyö ve raylı sistemi kullanıyor olabilecekti. Şehir içi ulaşım şebekesinin içine şehirlerarası Katar sokmak için hattı genişlettiler. Şimdi Göztepe İstasyonu'nun ne olacağını tartışıyorlar.

Bütün bu ulaşım projelerinin yaratmış olduğu muazzam belirsizlik o hat üzerinde devam ediyor. Sirkeci Garı, Yedikule Hastanesi, istasyonların olduğu alanlarda sürekli ihya projeleri ortaya çıkıyor. Fakat konu hala Ankara'da konuşuluyor. Marmaray bitti ama hem sistem çalışmıyor hem de o kadar kötü yönetildi ki şehri alt üst ediyor. Yarın öbür gün diğer yerlere de sıra gelecek.

İktidar gücü kullanılarak bir gecede rahatlıkla bir yerin yıkılıp kurulmasına karar veriliyor. Mimaride ve sanat alanında bu gücün kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devlet içinde askeri yönetim tekniklerinden kalma muazzam bir bürokrasi öbür tarafta da görünüşte siyaset var. Türkiye'de ikisi arasında hiç bitmeyen bir gerilim söz konusu. O nedenle 28 Şubat rejimi Türkiye'nin ana rejimidir zaten. Bu ikisi aslında birbirlerine karşıtmış gibi görünürken anlaştıkları çok temel bir konu var: Kamusal alanı kapatmak.

Uygulamalı, katılımcı, yöntem üzerine çalışan, deneyen, şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşılan bir siyasete yol açmaları gerekirken siyasal alanı duvarlarla örüyorlar ve tartışma orada cereyan ediyor. Biz vatandaşlar olarak bu durumda siyasetin o sembolik alana hapsedilmesine mahkum hale geliyoruz. Ruhban sınıfı bizim adımıza neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veriyor.

Böyle projelerin mimari olarak tartışılmasını ben IMF muhalefeti olarak yorumluyorum. Belediye yılda iki bin tane proje dağıtıyor ve üniversiteleri öyle bir ahlaksızlık sarmış durumda ki eleştiriyormuş gibi yapıyorlar ama projenin yapımında rol alıyorlar. Burada büyük bir çelişki, eşitsizlik ve halka atılmış bir kazık var aslında.

Anlayamadıkları şu ki biz şehri tanıyamayız ona sadece erişmeye çalışırız. O kadar eminler ki doğruyu bildiklerine yapıyorlar ve ardından sermaye geliyor. Ayrıcalıklı sermaye her dönem siyasetle bütünleşiyor ve kendi zenginlerini yaratıyor, üniversiteler de bundan pay alıyor. Bu şekilde kapalı, kültür ve sanatın izole edildiği bir savaş rejimi yaşıyoruz.