‘Sevilen Binalar Ayakta Kalır’



Global mimarlığın popüler formlarına, yıldız mimarlığa,  yaşam mekanı tasarımının modayla ilişkilendirilmesine karşı duruşlarıyla tanınan Avusturya merkezli ünlü mimarlık ofisi Baumschlager Eberle’nin kurucularından Carlo Baumschlager, ofisin Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açılan sergisi kapsamında İstanbul’daydı. Baumschlager ile, mimarlık anlayışı, ‘iyi mimarlık’ hakkındaki fikirleri ve ekonomik kriz hakkında konuştuk.

Daha önce İstanbul’a geldiniz mi? İstanbul’u tanıyor musunuz?

Evet, 10-15 kez İstanbul’a geldim. Öğrencilik dönemimde de, Ankaralı bir arkadaşım vardı. Yakın zamanda ise, İstanbullu bir müşterimiz için Bodrum yakınlarında bir proje planladık. Onunla yaptığımız görüşmeler de İstanbul’da yapıldı.

Sizce, bir mekânı orada yaşayanlar için anlamlı kılan nedir?

Mekân, basitçe insanların hoşuna gitmeli. Kullanıcının hoşuna gitmeyen mekânlar/yapılar, kentsel dokuda olumsuz bir simge olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle bir mimar, projesinin mimari dilinin ne kadar okunabilir olduğunu düşünmek zorunda. Mimarlar, ‘Kullanıcının anlayabilmesi için dili ne kadar basitleştirebilirim?’ sorusunun peşinde koşmalı. Bu bakış açısıyla, sürdürülebilirliğin bir kısmına da ulaşılmış oluyor.

Yine insanların sevdiği projeler, daha uzun ömürlü oluyor ve daha fazla ayakta kalıyor. Bu noktada sürdürülebilirlik konusunda bir çelişkiye düşüyoruz. Farklı açıdan bakıldığında sürdürülebilirlik, enerji kullanımı veya benzer konularla değil, doğrudan ‘iyi mimarlığın ne olduğu’yla ilgili bir kavram. Bir yapının kent dokusu ritmine uyup uymadığı, sadece mimarlar ve şehir plancılarının cevap aradığı soyut sorular değil. Bu uyum, kullanıcı ve diğer kentlilerin yaşadığı bir deneyimdir.

Kentlerde baskın bir orta sınıfla karşılaşıyoruz. Kentsel dokunun geçirdiği birçok değişim de bu durumun bir sonucu...

Toplumdaki sınıfların yer değiştirdiğini, özel konutlar ve sosyal konutlar arasında neredeyse hiçbir fark kalmadığını farkettiğimizde anlıyoruz. Bu değişimi gözle görülür kılan şey, konutların özellikleri diyebiliriz. Ancak ben, bu durumun tekrar değişeceğine inanıyorum. Özellikle küresel ekonomik kriz söz konusu olduğunda, orta sınıfın tekrar pek de iyi olmayan konuma gerileyeceğini düşünüyorum. Devletler sosyal konut meselesine tekrar fazlasıyla karışmak zorunda kalacak. Konutlar da elbette küçülecek, çünkü masraflarını devlet karşılıyor olacak.

Konut işleviyle inşa edilen gökdelenler hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanlar, bu ‘kentçikler’de asıl kent merkezinden giderek daha da uzaklaşıyor.

Kentlerin geleceğe yönelik öngörüler olmaksızın ve kentsel kaliteye hizmet eden bağlantılar yok sayılarak ele alınmış olmasından kaynaklanıyor bu durum. Gelecekte, kent merkezlerindeki konut sayısının tekrar artacağına olan inancım çok güçlü. Kent merkezindeki konut yoğunluğu konusunun ise, mimarların işi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, kentin eteklerinde bulunan bir konutun özelliklerinden farklı olarak, kent yaşamına uygun kalitede tasarımlar üretmek gerekiyor.

Alanda var olan peyzaj ve çevre verilerini proje sürecinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz, bir alana yapı tasarladığımız zaman, onu dış mekanda bir kalite unsuru olarak yaşatacak karşılıklı bir denge kurmaya çalışıyoruz. Mevcut bir kent dokusu olmadığında, doğayı referans alıyoruz. Bu, diğerinden oldukça farklı bir strateji ve projenin çıkış noktasının alana özgü koşullarla çok güçlü bir ilişkisinin olduğunun göstergesi.

2003’te yayımlanan ve 1996-2002 yıllarındaki projelerinizi içeren kitabın önsözünde, “Bir detay, gelişme veya ilerleme anlamına gelmiyorsa onu üretmenin bir anlamı yoktur” diyorsunuz. Biraz açabilir misiniz?

Bu da yine, bir projede her şeyi yeniden tasarlamaya istek duymamamızla bağlantılı. Eğer işlevini iyi bir şekilde taşıyan, kaliteli ögeler mevcutsa, onları mümkün olduğunca uzun süreli ve sık kullanmayı amaçlıyoruz. Ne zaman bir detay, işlevini kaybederse onu teknik olarak yeniden ele alırız. İnşaat sırasında ne kadara mal olacaklarını, inşa edildikten sonra ise işlevlerini nasıl yerine getireceklerini, çevreyi nasıl etkileyeceklerini ve kente ne katacaklarını bu metodla daha iyi öngörebiliyoruz.

Çeşitli yarışmalarda birçok ödüle layık görüldünüz. Bir mimar olarak, yarışmalar sizin için ne ifade ediyor?

Açık söylemek gerekirse yarışmalar, Orta Avrupa’da mimarlar için normalde alamayacakları projeleri almaları için tek şans. Yatırımcılar büyük projeler inşa ettirmek istedikleri zaman, bunu yüzde 90 oranla yarışma üzerinden yapmak istiyorlar. Baumschlager&Eberle büyüklüğündeki bir ofisin yarışmalar olmadan bir yere gelmesi imkansız gibi. Büyük projeleri, seçtiği bir mimarlık ofisine doğrudan veren yatırımcı yok.  Ama örneğin Çin’de süreç tamamen farklı işliyor. Mimarlar projeleri doğrudan yatırımcıdan alıyor.

Ofisinizde tasarım süreci nasıl ilerliyor? Projeler üzerine Dietmar Eberle ile birlikte mi çalışıyorsunuz, yoksa farklı projelerden mi sorumlusunuz?

İkisi de. Üzerinde birlikte çalıştığımız projeler de oluyor, tek tek ele aldıklarımız da. Tasarım konusundaki fikirlerimizi paylaştığımız yeniden inceleme süreçlerimiz oluyor. Fikirlerimiz bazen uyuşuyor, bazen de ters düşüyor. Ancak her zaman, tasarımı birlikte yapmış olsak dahi bir projeden sadece birimiz sorumlu oluyoruz. Projeden iki değil, bir kişi sorumlu olmalı.

Ofislerinizde kaç kişi çalışıyor?

Şu anda 110 çalışanımız var.

Büyük ölçekli projeleri mi yoksa küçük ölçekli projeleri mi daha çok tercih ediyorsunuz?

Bizim için projelerin büyüklüğünden çok, doğru yatırımcıyla çalışmak önem taşıyor. Sergide de gördüğünüz gibi, büyüklükleri 50 m2’den 70 bin m2’ye kadar değişen projelerimiz var.

‘Sürdürülebilirlik’ kavramını neredeyse her gün farklı kişilerden duyuyoruz. Konunun algılanabildiğini pek sanmıyorum. Bu konudaki görüşleriniz neler?

Kavramın tam anlamıyla içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Aslına bakarsanız, belirli bir ömrü veya kullanım süresi olan her ürün sürdürülebilirdir. Benim için sürdürülebilirlik, mevcut koşullarla, ortaya çıkan proje arasında bir orantının varlığı anlamına geliyor. Çevreye uygunluk ne kadar fazlaysa, tasarım da o kadar sürdürülebilir demektir.

Büyük mimarlık ofisleri çalışanlarını işten çıkarıyor. Krize dair iyimser misiniz?

Bu çok zor bir soru, çünkü her gün, daha önce aklımıza dahi getirmediğimiz gelişmeler oluyor. Ekonomik kriz, oldukça moral bozucu. Son zamanlarda, tüm günümün kötü geçmesine neden olduğu için sabahları gazete okumamaya başladım. Her gün yeni bir olumsuzluktan haberdar olduğunuzda, “Nasıl olsa hiçbir şey işe yaramayacak” deyip günlük işlerinizi yapamaz hale geliyorsunuz.