İlk yılını dolduran İstanbul Modern'in, çağdaş bir 'kültür merkezi' olarak kentte önemli bir boşluğu doldurduğunu söylemek mümkün. Müze değil de kültür merkezi derken, günümüzdeki alternatif müzecilik pratiklerine karşı olduğum sanılmasın: Dijital röprodüksiyonlardan oluşan sanal bir ortamda da müze yaratılabilir (nitekim başarılı bir örneğini Sanal Müze oluşturuyor); daimi koleksiyonu bulunmayan bir kurum da pekâlâ müze olmaya soyunabilir.
Çok da uzak olmayan bir geçmişte, bir müzeyi müze yapan nedir sorusuna daha kesin yanıtlar verebiliyorduk. Temel dönüşüm, popüler kültürün müzeye sızmasıyla değil, müzenin geleneksel elitizmini bırakıp eğlence sektörünün içinde kendine pay aramasıyla oldu. Müze, yaşadığımız çağda ya atıl bir duruma düşecekti ya da dükkân, lokanta, kahve gibi atraksiyonlar yanında sürekli değişen sergilerle kendine yeni bir kimlik arayacaktı. Bu süreçte birçok müze, 'kültür merkezi' olarak adlandırabileceğimiz daha melez bir yapıya büründü. Fakat müze dediğimiz kurumların çoğunun, bir müzenin temel özelliği olduğunu iddia edebileceğimiz 'eğitici' bir işlevi de bulunuyor.
İlk sergisi 'Gözlem-Yorum-Çeşitlilik'ten sonra 'Kesişen Zamanlar' başlıklı yeni 'sürekli sergi'sini açan İstanbul Modern, eğitici bir işlevi elbette dışlamıyor, ama işin eğitime yönelik 'sanat tarihsel' yönü sanki biraz geri planda kalıyor. Bu müzede koleksiyonun, 'hazır' verileri önümüze getirmediği, aksine sanat tarihimize ilişkin bir 'önerme' olarak şekillendiği belirtiliyor. Buna göre yapıtlar, geleneksel bir çizgisel tarih anlayışına göre sıralanmak yerine çeşitli başlıklar altında ele alınıyor. Farklı dönemlerde yapılmış, farklı üsluplardaki bu yapıtlara izleyicinin karşılaştırmalar yaparak bakması, Türk resim tarihini adeta kendiliğinden ve kendince okuması bekleniyor.
Fakat bu yönüyle sergi, bir önerme getirmiyor, bir önerme bekliyor gibi görünüyor. Sanat tarihine vakıf olmayan izleyiciyi farkında olmaksızın dışlayan bu yaklaşım, müzenin sergileme modeli açısından belli ki örnek aldığı Tate Modern'le yalnızca görünüşte örtüşüyor. Tate'te izleyici, belli başlıklar altında olsa da kronolojik ilerleyen yapıtların arasında bir gelişim çizgisini yine de algılayabilir, ayrıca birbirinden farklı bulduğu her yapıtın tarihine bakarak karşılaştırma yapmak olanağına sahiptir. Dahası, müze kataloğunda serginin her bölümüne ilişkin ayrıntılı sanat tarihsel metinleri ve müzenin neyi, neden öyle sunduğunu okuyarak yolunu bulabilir.
Tate'in kuşkusuz en büyük başarısı, içinde gezilebilen bir sanat tarihi kitabı gibi kurgulanmış olmasıdır. Burada ise sanki bir albümde geziyoruz: Bize ait bir görsel geçmişe bakıyoruz, ama bir türlü elle tutamıyoruz. İstanbul Modern, madem 'alternatif sanat tarihi okumaları' sunmak istiyor, öyleyse sunmalı, ne yapmak istediğini hazır bir sergileme modeli üzerinden değil, Türk resim tarihi içinden bakarak izleyiciye daha net gösterebilmeli.
'Kesişen Zamanlar'da kafa karıştırıcı noktalar da var: Örneğin Osman Hamdi'nin 'Otoportre/ Yüzleşmeler' altında yer alan 'Silah Taciri' resmi, bir 'otoportre' sayılabilir mi gerçekten? O halde kendi görüntüsünü sık sık kullanmış olan Osman Hamdi'nin bütün diğer resimlerini de birer otoportre olarak mı görmemiz gerekir? Kadın imgesini ele alan 'Kadın/Kimlik' altında Hüsamettin Koçan'ın 'Körler İçin Resimler' dizisinden bir örnek hangi bağlamda yer alıyor? Sonra, Ahmet Oran'ın boyasal alan resminin 'Soyut/Geometri'yle nasıl bir ilgisi var? Doğrusu ben işin içinden çıkamadım.
Tabii resimlere sıradan bir sergideymiş gibi, öylesine bakmak da bir seçenek. Eh öyleyse, Osman Hamdi, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid gibi tarihsel figürleri ve modern Türk ressamlarını, ayrıca Selma Gürbüz, İnci Eviner, İrfan Önürmen, Canan Tolon, Haluk Akakçe gibi daha genç kuşağı bir araya getiren 'Kesişen Zamanlar', Türk resminin görülmeye değer pek çok örneğini bir araya getiriyor. Yıl boyu İstanbul Modern'de.