Sinan, Bugünkü Mimariye Beş Asır Önce Ulaşmıştı



Şair Cemal Süreya, “Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de / Bir sen kaldın alçak, ey Sinan usta” der bir şiirinde.

Bugünün mimarlık anlayışına ve Mimar Sinan’a gösterdiğimiz vefasızlığa işaret eden bu iki ironik dize, pek çok şeyi özetliyor aslında. Çünkü onunla ilgili ne derli toplu bir çalışma, ne eserleri ile ilgili teknik bir çözümleme, ne de onu ya da muhteşem eserlerini anlatan bir roman ya da bir film var ortada. Hal böyle olunca, asırlardır ayakta duran eserleriyle yaşayan büyük usta, kültür ve sanat tarihimizin ‘meçhul meşhur’lar listesinde ilk sırada bulunuyor. O kadar ki onun aynı zamanda dünyanın sayılı su mühendislerinden biri olduğunu ve ‘mimarbaşılık’ görevi ile imparatorluğun imar ve iskan bakanlığını yürüttüğünü bile çoğumuz bilmiyoruz.

Büyük ustanın adını taşıyan Mimar Sinan Üniversitesi hocalarından Mimar Prof. Dr. Suphi Saatçi’nin yayına hazırladığı bir kitap, bu konudaki bilgi yetersizliğini bir parça ortadan kaldıracak bir nitelik arz ediyor. “Bir Osmanlı Mucizesi Mimar Sinan” adlı eser, yirmi sayfalık bir girişten sonra, Mustafa Sâî Çelebi’nin Sinan’ın ağzından yazdığı ‘Tezkiret-ül Bünyân’ adlı kitabın sadeleştirilmiş metnini ve tıpkıbasımını içeriyor. Ötüken Yayınları tarafından yayımlanan bu eseriyle önemli bir hizmeti yerine getiren Prof. Saatçi ile bir Süleymaniye gezisi yaptık. Gezide Süleymaniye’yi, Mimar Sinan’ı ve sanatındaki dehasını konuştuk. Aşağıdaki röportaj, bu güzel gezi ve söyleşiden arta kalanlar…

Mimar Sinan ve eserleri övünç kaynağımız. Ona hak ettiği değeri veriyor muyuz?
Dünya şaheserleri arasına girmiş muhteşem yapılarıyla bizi dünyaya tanıtmış bir isimdir Sinan. Böyle bir deha, böyle bir usta Batı medeniyetinin içinde olsaydı, dünya birbirine katılırdı. Mesela Sinan’ın Sokullu Mehmet Paşa adına yaptığı Drina Köprüsü, kentin hayatında o kadar önemli ki o yörenin yazarı olan İvo Andriç bu köprünün adını taşıyan bir roman yazdı ve eser Nobel Edebiyat Ödülü aldı. Süleymaniye’miz edebiyatçılarımıza esin kaynağı olmakta yetersiz mi kalıyor? Diyeceğim aydınımızın Sinan’a; daha doğrusu kültür ve kimliğimize bakışında bir sefalet var. Toplumlar büyük değerlerle, büyük değerlere verilen kıymetle yücelir. Yahya Kemal’in bir şiiriyle mi kalmalıydı; yüzlerce Süleymaniye şiiri, romanı, oratoryosu, müzikali, bestesi olmalıydı.

Onu anlatan eserler ortaya çıktığında ne kazanmış olacağız onu yâd etmek dışında?
Büyük mimari eserler, büyük değerler, insanların bakışına büyük ölçekler kazandırır. Selimiye’ye doğru baktığımızda ‘aynısını yapalım’ duygusuna kapılmaz, o ölçeği kazanıp ‘Bugün yaşasaydı nasıl bir villa yapardı?’ sorusunu sorarız. Çünkü tarihe yapılan göndermeler geleceğin inşası bakımından önemlidir. Onu nostalji duygusuyla anmaz, ‘geleceği inşa ederken ondan nasıl bir yorum çıkarırız’ diye bakardık.

Peki günümüzün mimari anlayışı neden esinlenemiyor Sinan’dan?
Bugün daha çok rantiyeci bir zihniyetle icra edildiği için mimariye metrekare olarak bakılıyor. Geleneksel anlayışta ihtiyaca göre, siparişle yapılan bir sanat olan mimari şimdi fiyata endeksli olarak yapılıyor. Her aile, nüfusu, yapısı ve alışkanlıkları farklı olmasına rağmen, birbirinin aynı evlerde oturmak zorunda… Oysa insan mimariye göre belirlenmez, mimari insana göre belirlenir. Bizi mahveden bu anlayış. Rantiyeci anlayışın mahkûm ettiği ve dar gelirli insanların buna mecbur kaldığı bir yerleşim ve mimari anlayış hâkim. Tabii mimarları da toplumdan soyutlayamazsınız. Çökerken sadece mimari ile çökmedik, her kurumumuzla çöktük. Belki de en büyük sorunumuz, toplumda bir sosyal dengenin kurulamamış olmasıdır. Bir bölgede ülkenin her yerinden ölçüsüz bir akın varsa, ölçüsüz mekânlar ortaya çıkacak ve tahribat da ölçüsüz olacaktır.

Döneminde de kimse ondan söz etmiyor; en azından bugüne ulaşan yazılı kaynaklarda bunu göremiyoruz. Bu neden?
Evet çağdaşları o kadar büyük bir sanatçı ile haşır neşir olmuşlar; ancak önem verilmemiş yaşadığı dönemde. Süleymaniye’nin yapımı gecikince şehirde dedikoduların yükselmesi üzerine, Kanuni inşaata atını hışımla sürüp ‘Mimarbaşı, dedem Fatih’in mimarının başına geleni bilmez misin? Caminin inşaatı niye gecikti?’ diye sert bir şekilde uyarıyor. Sinan bunun üzerine kendisi ile ilgili tezviratın derecesini anlıyor. Aynı durum başka eserlerde de ortaya çıkıyor. Ama o her defasında mimarinin onurunu koruyarak kararlı davranıyor.

Sinan’ın mimari dehası nerelerde gizli?
Eserleri teknik detaylarıyla bilinmediği için dehasının farkına varamıyor bugünün mimarları. Sinan bir defa büyük bir orkestra şefidir. Çinicisinden vitraycısına, taş ustalarından hattatlarına kadar yüzlerce sanatkârı bir senteze götürmüş bir şef… Dehası ayrıntılardadır aynı zamanda. Çünkü ayrıntı mükemmel olduğu zaman bütün mükemmele ulaşır. Sinan mimariyi insan boyutuna getirmiştir. Bir kilise yüksekliği ile korkutur sizi, sanki üzerinize gelir eser. Sinan’ın eserleri onlardan daha yüksek olmasına rağmen sizi ürkütmez. Girdiğinizde içiniz açılır, her şeyi okşayasınız gelir. Taşlar sıcacıktır.

Meselâ Süleymaniye’nin birkaç detayından bahsedebilir miyiz?
İstanbul’un en güzel siluetine sahip olan Süleymaniye Külliyesi’nin piramidal bir görüntüsü vardır. O dönemde böyle bir külliyenin, böyle eğimli bir alana yerleştirilmesi mimaride bir devrimdir. Fakat topografyaya saygılıdır Sinan; doldurma yapmamış, tabiatı bozmamıştır. Bugün çağdaş mimarinin vardığı yerdir bu ve adı organik mimaridir. Yani çevre ile uyumluluk arz eden mimari… Sinan Usta bunu 16’ncı yüzyılda yakalamıştır. Ve mesela minare şerefelerinin altında bulunan mukarnaslar, yukarı çıktıkça küçülür. Böylece yukarı baktığınızda yalancı bir perspektif ortaya çıkar ve minareler sanki göğü delecekmiş gibi, olduklarından çok daha uzun görünür. Ama Sinan’ın asıl büyüklüğü, kubbeyi zirveye taşımasıdır. Kubbe mimarisinde yapılacak atılımların hepsini yapmış, Selimiye’de bunu zirveye taşımıştır. Kendinden sonra da hiçbir mimar ona ulaşamamıştır.

Ona ve sanatına nasıl bakmalı ki mimari zevkimiz, beğenimiz bir ivme kazansın?
Her eseri üzerinde ayrı ayrı etütler yapmamız gerekir önce. Bu, mimarlara bir ufuk kazandırır. Topluma Sinan’ı anlatmak da büyük sanatçılara düşüyor. O ihtişamı yansıtacak sanat eserleri ortaya konmalı. Onu bütün cepheleriyle ele alan bir araştırma merkezi kurulmalı. Ama biz henüz onun doğum tarihini bile tam olarak bilemiyoruz. Sâî Çelebi olmasaydı ölüm tarihini de bilemeyecektik. Hurafeden, rivayetten uzak, rasyonel bir biyografi çıkarmalıyız önce. Aydınlarımız bu yüzden kabahatlidir. Zaten Batılı sanat tarihçileri hiç görmemeye çalışıyor onu. Ne olduğunun farkındalar; ama gördüklerinde ezilecekleri sonuçlar çıkacağını bildikleri için görmüyorlar. Biz ise maalesef hiç farkında değiliz.

Sinan için ‘Osmanlı Mucizesi’ diyorsunuz kitabın adında. Onu mucizevî kılan şey ne?
Onu mucizevî kılan Osmanlı’dır. Ben böyle derken onunla ilgili yapılan etnik tartışmadan hareket ettim. Kimi Ermeni, kimi Rum, kimi Macar’dır diyor. Bence en serinkanlı yorumu bir Alman sanat tarihçisi yapıyor: ‘Sinan’ın etnik kimliğine bakmanın ne faydası var, eserlerine bakın! Ayrıntılarına kadar o denli Türk ki, onun etnik kimliğinin hiçbir anlamı yoktur.’ Mükemmel olan burada Osmanlı’nın devlet ve eğitim sistemidir. Bir çocuğu devşiriyor ve o Sinan olabiliyor. Bu nasıl bir güç ki bir çocuktan Sinan çıkarıyorsun! Bu isimle Osmanlı’nın devlet sistemine ve eğitimine vurgu yapmak istedim.

Bir Süleymaniye daha yapılabilir mi?
Mümkün değil. Çünkü her şeyden önce bir Sinan’a ihtiyacımız var. Hadi diyelim Sinan gibi bir deha çıktı, eseri sipariş edecek bir Kanunî gerek. Diyelim ki Kanunî gibi bir yönetici var, o zaman Osmanlı gibi süper bir devlet ve onun bütçesi gerekir. Diyelim o da var, bu sefer tezyini sanatların ustaları gerekli; mesela Karahisarî gibi bir hattat gerekli. Hadi bunlar da var diyelim; ama ne o dönemin malzemesi olan İznik çinileri var, ne asırlardır çürümeyen küfekî taşı… İşte bu yüzden mümkün değil ve bundan onu iyi korumamız gerekir.