Kentli ve eğitimli kitle, asla satın alamayacağı sanat etkinliklerini, sermaye grupları sayesinde izleyebiliyor. Tabii her şey bu kadar masum olmayabilir...
Charles Eche'yle birlikte İstanbul Bienali'nin küratörlüğünü yapan Vasıf Kortun, her fırsatta bu etkinliğin tüm diğer festivallerden daha prestijli olduğunu söylerken ne böbürleniyor ne de kendine pay çıkarmaya çalışıyor. İstanbul Bienali, kendi alanında dünyanın en önemli etkinlikleriyle rekabet ediyor. Düşünün ki dünyanın en eski ve en ünlü bienali Venedik'in bu yılki iki küratöründen biri olan Rosa Martinez, sekiz yıl önce İstanbul Bienali'ni düzenlemişti. Bu yıl da Venedik'in ardından İstanbul'a geldi ve İstanbul Modern'deki büyük sergiyi hazırladı.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen caz, müzik, sinema gibi diğer festivallerin Bienal'e göre daha kitlesel bir görüntü sergilemelerine aldırmamak gerek. Onlar da kentin beyaz yakalı sakinleri, yani büyük oranda 'seçkinleri' için düzenleniyor. Sadece İKSV festivalleri değil üstelik, pek çok başka organizatör tarafından pek çok farklı mekânda düzenlenen festivaller hep aynı kitleye dönük bir faaliyet içinde. Bu faaliyetin varlık sebebi onu destekleyen ve tüketen taraflar. Yani satın alamayacağı kadar pahalı dünya 'star'larını talep eden Türkiye'nin eğitimli/kentli nüfusu ile bu kitlenin çılgın tüketimini kendine hedef seçen dev sermaye ve finans grupları.
Belki de alt gelir gruplarının artık hiçbir şey satın alacak hâli kalmadı ve her tür pazarlama faaliyetinin dışına çıkartıldılar; ama şu kesin ki herkesin tek hedef kitlesi üst, orta gelir grubu. Bu nedenle de her yerde sıkıcı bir 'A/B grubu' kültü oluşmuş durumda. Televizyon programlarından, gazete eklerine, reklamlardan festivallere her şey ama her şey beğenisinin ne kadar sofistike olduğu son derece tartışmalı bu kitle için yapılır oldu. Bu kitle içinde dünya sanatını, müziğini takip eden ya da en azından merak edenlerin aslında bu konserleri satın alması mümkün değil. Çünkü İstanbul'a ne ünlü bir senfoni orkestrasını ne de ünlü bir 'brass band'i getirip bir iki konser verdirip bunun parasını biletlerle karşılayabilirsiniz. Neyse ki bu bedeli has müşterileri için ödemeye hazır kuruluşlar var. Bu kuruluşlar dünya 'star'larının ürettiği eğlenceyi, sanatı bizim için satın alıyorlar aslında. Ödenen her bilet parası ise bu maliyet için yapılmış bir katkı payı.
Para pul gözetmeksizin
İstanbul, sponsorların ve izleyicilerin birbirini tetikleyerek çoğalması sayesinde artık birbirine eklenen uluslararası festivallere sahip. Sonuçta bu festivaller, konserler, kulüpler, sanatçılar, müzeler, küratörler ve sponsorlar arasında dolaşan ilişkiler bir kültür endüstrisinden söz etmeyi de mecbur kılıyor.
Kültür endüstrisi, izleyici kitleyi bir makinenin parçası olarak görür, onu belli bir yöne sürüklemekten başka da bir niyeti yoktur. Öyleyse bizim kültür endüstrisinin izleyiciyi sürüklemeye çalıştığı yer neresi? Bu soruya net bir yanıt vermek güç. Yüksek sanatı Batılılaşmanın olmazsa olmazı görenler için festivaller hep bir 'ülkü' oldular. Daha da yaygınlaşması için para pul gibi karşılıklar gözetmeden uğraşılması gereken bir ülkü. Beral Madra'nın İki Yıldabir Sanat adlı kitabında Bienal için 1987'de girişimlere başlayan Nejat Eczacıbaşı ile Aydın Gün'ün, İstanbul'u bir dünya kenti yapmak ülküsü ile hareket ettikleri anlatılıyor. Küreselleşme ile birlikte kültürel hegemonyaların daha da net ve acımasız bir hâl alması Adorno ve ardıllarının şüpheci yaklaşımını besledi aslında. Kimlik meselesinin gittikçe önem kazanması, evrensel sanatın bir parçası olma ülküsünü de soru işarnetlerinin gölgesi altına itti. İşte bu soru işaretlerinin dair ilgiye değer bir kitap çıktı geçen hafta: Küreselleşen İstanbul'da Bienal, yazarı Sibel Yardımlı.
Kitap, Sibel Yardımlı'nın İngiltere'de yazdığı doktora tezine dayanıyor. Yardımlı kitabında İKSV'ye ve düzenlediği etkinliklerin İstanbul'la nasıl bir etkileşim içine girdiğine odaklanıyor. Festivallerin alternatif seslerin duyulmasında, kentin bütününün temsil edilmesinde yetersiz kaldığı anlatılıyor. Ama bu tespite ulaşıncaya kadar festival ideolojimizin nasıl Batı Avrupa'nın üstünlüğü fikrine dayanan festival ve sergileme biçimlerine bağlı olduğunu da, dünyada festivallerarası rekabetin nasıl küresel sermayeyi kapma yarışının yansıması olduğunu da okuyoruz. Yardımlı "sanat dünyasının müze, galeri, medya, sanatçılar, eleştirmenler, küratörler, koleksiyonerler ve izleyiciler çerçevesinde şekillenen bir sanat piyasasına, bienal ve festivallerin ise büyük turistik etkinliklere dönüştüğünü" söylüyor. Tabii tüm bu dönüşümde sanatın neye araç olduğunu festivalleri düzenleyenlerin başından beri gayet iyi bildiklerini de okuyoruz kitaptan...
İstanbul'un çokuluslu sermayenin ilgisini çekmesi için her şey bir pazarlama faaliyetine dönüşüyor, sergi ve konserler için tarihi mekânların seçilmesinde bile bu tercih rol oynuyor! Kentlerarası rekabet arttıkça kent yöneticileri bir satü sembolü olarak etkinlikleri daha yoğunlaştırmanın, kalıcılaştırmanın, kentin kültür hayatını destekleyip beslemenin yollarını aramaya başlıyor, bu yönde kararlı adımlar atıyorlar...
Sibel Yardımlı'nın kitabı festivaller hakkında basın bültenlerinin ya da ana medyanın telafuz etmediği pek çok ilginç yaklaşım içeriyor. Ancak, ne İstanbul'daki ne de bir başka kentteki uluslararası sanat etkinliklerinin varlığını sadece ve sadece yukarıda sayılan ekonomik motivasyonlarla açıklanamayacağını düşünüyorum. Sanatçıların ve izleyicilerin talebi, festivallerden sağladıkları parayla ölçülemeyecek yarar, sanatın tarifi zor nitelik meselesi bu kitapta hesap dışı kalan öğelerden bazıları. Küreselleşmeyle ilgili her olgu gibi kültür endüstrisinin de farklı yüzleri olduğunu unutmamak gerek.