Bu yazı, daha önce Yapı Dergisi'nin 284. sayısında (Temmuz 2005) yayınlandı.
Çağımıza kadar sosyal, anıtsal yapılar dışında şehirlerimiz her bölgenin gelenekleri içinde oluşup gidiyordu... Sosyal ortak yapılar ise, taşrada bile genellikle İstanbul’da gelişen, görkemli Osmanlı mimarisinin etkisi altındaydı... Ancak bir yörenin özel malzemesi nedeniyle yetişen ustaların hünerleri yerine göre bazı farklılıklar ekleyebiliyordu. Kısacası, İstanbul, her anlamda İmparatorluk merkezi olmuştur. Bu büyük ve tarihi şehir 19.yüzyılda sanırım kendine yabancılaşma sürecine girdi. Osmanlı olmaktan çıktı, kendini yabancı sayan azınlıkların etkisine girdi... İzmir ve İmparatorluktan kopan bazı bölgelerle birlikte İstanbul kozmopolitliği, bir kimlik ve zenginleşme olarak karşılanmıştır... Taşra, göreli bu sürecin dışında kalarak, yerel kimliğini korudu.
Geçmişinin bu özet öyküsü başlıkta belirttiğim, coğrafyasının tarihine etkilerini taşıyan, bu her zaman büyük şehrin, sosyo-kültürel yapısıyla bugün de benzeri bir süreç yaşanmakta olduğunu söylemek içindir. Yüzyılın başlarında İmparatorluğun parçalanması nedeniyle içerde kalan yabancılarla, dışarda kalan Türklerin değiştirilmesi sonucu kültürel bir anlaşma beklenirken, İstanbul ortamında bu kez iç ve dış göçler ve yeni ekonomik eğitim biçimiyle başka bir kozmopolit sosyo-kültürel yapı oluşmuş, çevreye yansımıştır.
Kozmopolit yapı, aykırılıklar içinde bir çeşitlilik, bir
ekonomi ve yaşam tarzı ise, türlü sapmalar da bu yaklaşımın içinde kendisine yer
bulacaktır. Ayrıntıya girmeyeceğim... YAPI okurunun bu aykırılıkları tanıdığına
eminim.
İstanbul her zaman büyük, metropoliten şehir olmuştur. Hıristiyan
dünyası en büyük ve ünlü anıtı Aya Sofya’yı, Osmanlılar en özgün yapılarını,
camilerini burada yapmışlardır. Nüfus açısından da bugün dünyanın en
büyüklerindendir. Bu büyüklük doğal olarak şehrin farklı gereksinmelere
açılmasına neden olmakta, mimarların diğer merkezlerde bulunmayan olanakları
kullanmalarını sağlamakta, birikim ve deneyim edinmelerine neden olmaktadır. Bu
durum kuşkusuz dikkatleri çekme fırsatını da onlara vermektedir.
1920’lerde Türkiye’nin başkentinin değiştirilmesi, Ankara’ya da olanaklar kazandırmıştır. Fakat, 1960’lara kadar, ülkenin iki önemli okulu da İstanbul’da olup, mimarların da oralı veya orada yetişmiş olmaları, İstanbul’un yerini korumasını sağlamıştır. 1950’lerin sonlarından beri pek çok şehrimizde mimarlık okulu açılmış ise de, özel okullarla birlikte ağırlık yine orada yaşamayı sürdürmektedir.
Ayrıca 1950 ve 80’ler Türkiye’nin dışarıya açıldığı yıllardır. Bu açılışlar, özellikle kültürel olarak sanırım kapıların dışarıdan çok içeriye doğru açılmasıdır. Zaten tarih boyu İstanbul, çeşitli yolların kesiştiği, ticaretin, ithalatın yapıldığı şehirdir. Bugün ticaret yoluyla Dünya ile ilişkimize ihracatın da katılması, sattığımız ürünlerin, zengin ülkelerin alışkanlıklarına uyması için üreteceğimizi ithal ürünlerine benzetmeye çalışıyor, hatta aynısını yaparak üzerine özgün markasını da koyarak onlar “gibi” yapmaktan övünüyoruz. Dışarıda inşaat yapan yüklenicilerimiz, çeşitliliği seven, zenginlerin hayranı, gelişmekte olan ülkelerin işverenlerinin özentilerini, yabancılarla yarışarak karşılamaktadır. Biz de, hem onlara, hem kendi güçlü patronlarımıza hizmet ederken bunun kışkırtması içindeyiz. Bu yaklaşımın Türkiye’deki merkezi de İstanbul’dur.
Ticaretin ettikleri her zaman aynı değildir. Tarihte sanat ve kültürün bu
alışverişlerle geliştiği de olmuştur. Ortaçağın en büyük başkaldırısı
Rönesans da, uluslararası ticaretin eseridir. Floransa’nın
elbette Dünyadan ve tarihten öğrendiği pek çok şey vardır. Fakat görkemli
kültürel ortamın başarısını, kimliğini hepimiz biliyoruz...
Ayrıca
19. yüzyıl Avrupası’nın, sömürgeleri ve onlarla ticaretlerinin
sağladığı zenginlikle yeni çağı hazırladığı da bir gerçek olmalı. Avrupa’nın
belki her ülkesi 20. yüzyıl için kendi düşünsel ve biçimsel
söylemini ortaya koydu... Bugün bizim bir bölümümüz yeşil kuşakta, diğer
bölümümüz Avrupa ortamında erimek ister. İstanbul tarihinin yaşamakta olan
başlıca iki simgesel kentinden birinin, özgün ve şiirsel, soylu Süleymaniye
çevresi; diğerinin, Batının düşük düzeyli çeşitli kopyalarından oluşmuş bir
başka çevre olarak düşünürüm. Birçok aydınımız kozmopolit ortama hayranlıklarını
anlatıyor, kimse Süleymaniye’den söz etmiyor. Sanıyorum bu seçimlerde, örneğin
Pavarotti’nin söylediği Napoliten’leri, De Sica’nın yeni realist filmlerinin
koşullanmasının etkileri olabilir. Yani işin özü ortaya getirilmiyor.
Biliyoruz ki, Osmanlılar, Dünya uygarlık sürecinden koptuklarını anladıklarında, aramızda belki ikiyüz yıllık bir açık vardı... Onlar da bu kültürel ve teknolojik açığın kısa zamanda kapanmayacağını anlamış ve işe gündemdeki uygar dünyayı taklit ederek başlamıştır. Sevgili Atatürk ve arkadaşları da bunu görüyor, sanırım daha bilinçli olarak, taklitle başlanan bu sürecin, ancak eğitimle özgünlüğe kavuşabileceğini düşünüyorlardı... Fakat 1920’lerde başlayan eğitim seferberliğinin, önceliği, 1950’lerde ekonomiye bıraktırılmıştır. Ekonomi ise kısa vadede özgünlük değil, uygunluğu yeterli buluyordu.
Okullarımız düşünen yani arayan değil, bilgi ezberlemiş yineleyen insan yetiştirdi ve bunu sürdürüyor... Artık kimliğimizi bu yaklaşıma teslim etmiş bulunuyoruz. Kuramcılarımız okuyarak, uygulayıcılarımız görerek ezberliyor. Düşünmekten, hata yapmaktan korkuyoruz, yani kendimize güvenemiyoruz.
Bilgi kapsamına gelince bu güncel sorunlarla sınırlıdır. Eleştirel ortam olmayınca genelde alışkanlıkların dışına çıkmak istemiyoruz. Kuramcılarımız “uluslararası” diyerek tartışmayı bir tür Türkiye dışına çıkarmayı ve ortamın söylemleri ile konuşmayı seçiyorlar. Yani her şeyi bu kimlik altında toplamaya, sanki öyle olmayı kuramsallaştırmaya çalışıyorlar ve arkasından da nedense kendimizi korunmaya, hoşgörüye muhtaç ortam gibi bir savunma geliyor. Mimarlarımızın bu yabancı yaklaşımı yetkiyle, bilinçle anlayarak kullandıkları söyleniyor... Bu söz, son zamanlarda yakalanan bir gelişme gibi tanıtılıyor... Eğer bu, uluslararası yapıların niteliklerine uyum sağlamak ise, biraz malzeme, üretim teknolojisi eksiği ile Türk mimarları görsel olarak 1930’larda ve sonralarında, “gibi” olmayı zaten beceriyorlardı... Eğer önceki uluslararası ilişkilerde, çeştlilikten ve imalat düzgünlüğünden başka farklar varsa üzerinde durulmalı, açıklanmalıdır.
Türk mimarlığı hiç bugünkü kadar çeşitlilik göstermemiştir. 1930’lar Modernizmi, işlevin formu oluşturduğu bir bağlamda yürümüştür. 1950-80’ler arası, sorun çözücü bir rasyonel egemen olmaz, 1960’larda çok sınırlı farklı söylemler denenmiştir. Bu dönemlere, belki tek karmaşayı “milli mimari” tutkusu katmıştır. Aslında çağdaş bir yerellik için de çoğulculuğun tersi bir yaklaşım olmalı. Yüzyılın sonlarına doğru, mimarlarımızın artan uluslararası çeşitliliğe uyum sağlamaları bizi etkiliyor olmalı... Sanıyorum dünyada da kuramların oldukça dışında bir özgürlük denenmeye çalışılıyor.
Ağırlıklı işverenin devlet olduğu dönemlerde, geleneksel veya modern mimarlarımız arasında bir ortaklık ve ortam oluşturmasını beklerdim. Bu ortaklığın, sınırlı bir alanda değil, yaratıcı bir süreç yerine, kendini yinelemeye dönüştüğünü gördüm. Nitekim özgün olmasa da bir tür çağdaş yerlilik oluştu. Çevreyi oluşturan yapılardan, diğerlerinden önemli bir farklılığı olmayan, fakat iyi, düzgün bir ortamın parçası olabilecek düzeyde, alıştığımız, aidiyet duyguları beslediğimiz yapılar konusunda araştırmaya gereksinim var. 1960’larda çok az sayıda çıkan karşıt davranışlar bekledikleri ilgiyi görmediler. Mimarlarımız, ya aralarında dayanışmayı ya da yabancı örneklerle ilgilenmeyi seçtiler. Aralarında güven, çevrelerine duyarlılık yoktu... Başka çevre ve koşulların ürünleri de olsa, onlara daha çok güveniyorlardı. Biraz her şeyde, başka dille konuşmanın ayrıcalık sayılması gibi...
Şimdi kamu isteklerinin baskısı büyük ölçüde kalktı, sermayenin, özel girişimin dönemini yaşıyoruz.... Ticaret dünyayı, bu arada İstanbul’u yönlendiriyor... İstanbul, kuleleriyle dünya 6.sı olmuş... Artık reklamlarda Sultanahmet ve tarihi değil, Levent’in yüksek yapılarından aşağıya bakan kameralarla, devboyutlu yapılar, yollar görüntüye getiriliyor. Boğaziçi’nin köprüleri benzersiz kıyıların önünde yer alıyor.
YAPI Yayın ekibinin, kıyamet gününü anımsatan, genel karmaşadan İstanbul mimarlığının temsilcileri olarak, toplayıp önüme koyduğu, büyük şehirden seçebildikleri tadımlık 40 yapının yarısı katıksız ticari konulu... Özel okul veya hastane gibi kâr amaçlı yapıları da katarsanız, konut veya saf sosyal konular yok gibi... Yani ticaret, mimarlığı avucunun içine almış görünüyor... Bu durumun sanatı etkilememesi olası değil. Sanatı ticarileştirirken, ülkenin her yanından İstanbul’da talihini denemeye gelmiş ve zengin olan göçmenlerimiz etkin sanatın düzeyini oluşturmaktadır. Dünyayı görmüş, heyecanlanmış, fakat arkasındaki sosyal eğitim boşluğunu dolduramamış bu zenginler tarafından yönlendirilen bir şehirde, karmaşa olmaması beklenemez. Çağımızın sanatını ayakta tutan burjuvazi ortamı bizde henüz gelişmemiş; bulundukları çağı tam anlamayan, dışlayan kesimler kendini elit sanıyor. Herkesi kendileri gibi sandıklarından da, ait oldukları toplumu beğenemez, yabancıyı ister veya onu örnek alırlar. Doğal ki, sanatçıların da bir bölümü onlardandır.
Kırk yıldır kullandığımız “kozmopolit” sözcüğünün Türkçesini araştırdım, “karışık, karma, katışık, uluslararası, yabancısı bol” karşılıkları ile karşılaştım. Yani çokkimlikli veya kimliksiz arası bir şey. Bunun üzerine düşünce üretmeyi denersek, çok kimlik, birgün sanatta bir kimliğin doğuşu olabilir ve buna “uluslararası”lık denilebilir mi?
Birleşmiş Milletler gibi örneğin... Bu bir kültürel çoğulculuk gibi görünüyorsa da, 200 ülkeden birkaçının yönlendirdiği uluslararasıcılığın gerçekte küresel gibi simgesel bir senaryo olduğunu düşünürüm. Bütün kültürler yaşanan çağın etkisini alsalar da kendilerinin de geçmişten bugüne bir kimliği olmalı... Bunun olmamasını”katışık” deyimi çok güzel anlatıyor. Kimliksizlik adı başka görünse de, anonimliğin çok ciddi, tartışılabilir bir gerçek olduğuna inanırım. Örneğin eski yerel yapıların birçoğu gibi. Bir kısım prizmaların genelde yalınlıkla savunulmasının bir anlamı olmalı... Anonimlik, çok uzun zaman, mimariyi içi boş, görsel bir cephe düzenlemesi gibi algılayan neo-klasik döneme karşı bir cephe oluşturmuştur. İşlevsellikten güç alan rasyoneller formdan ve süsten kaçıyorsa, o konuda söyleyecek çok fazla sözü olmayabilir. Sessizliğin de müziğin bir parçası olduğu gibi sanki...
Şimdi bir kısım mimarlarımızca uzun aradan sonra yine denenen bu yaklaşımda, mimarlar yapılarının “herhangi bir” olmaması için bu kez işlevle, yapının içiyle ilgisi olmayan ekler yapıyorlar... O zaman yalınlıkta geçiştirilmiş tasarım süreci, oda boyutları, iç ulaşım, servislerin çözümü olmuştur. Bir tür Neufert şablonları gibi...
“Yabancısı bol” deyimi ise, acı bir gerçektir. Mimarların, kendilerinden düşünce ve duygunun, mimarlık denen yeteneğin katıldığı tasarımlar yerine, yabancı imge ve öğelerden oluşan bir eylemin müellifi, sahibi olabileceğini sanmıyorum. Çok isteniyorsa uluslararası şemsiyesi altında, aslında kimseye ait olmayan bir yapıya anonim denilebilir veya yapıya zoraki bir isim aranabilir. Kuşkusuz, gelenekselleşmiş bir çağdaş anonimi, yabancı bir kimliğe yeğlerim.
Uluslararası deyimi, hem kozmopolit sözcüğüyle, hem de
Türkçe tanımlarıyla kusursuz bir uyum içinde.
Bir değerlendirme, eleştiri
yapılırken, yaklaşım kümeleri oluşturmak adettir. Yapının nitelikleri kümesiyle
açıklanır.
Seçicilerimiz uluslararası dedikleri mimarlığımızı yine kendileri
uluslararası kuramsal kümelemeye sokamadıklarını da söylüyorlar. Sanıyorum bu
yaklaşımların her birinin temeli olan düşüncelerin oluşturduğu anlatıma
gerektiği gibi uyulmadığı savıyla konuşuyorlar... Onlara hak veriyorsam da,
ayrıca yaşamımızda uluslararasıyla doğal olarak aramızda sanıldığından daha çok
farklar olduğunu düşünüyor ve kendime göre kümeliyorum.
Türkiye’nin temel kümelerinden olan yerel/geleneksel yaklaşım YAPI’nın 2000 yılından bu yana yayımladığı örnekler arasında pek görülmüyor. C. Bozkurt’un Mısırlı Aziz Paşa Yalısı Konuk Evi’ni, Boğaziçi mirasına çağdaş bir ek, iyi bir örnek sayarım. Yenilemeler ve çağdaş yapılar arasında, iki konuya da özel yaklaşımlardan sapmadan uygulama deneyimini iyi kullanıyor. İstanbul’da kimlik oluşturmak amacıyla uygulanan Boğaziçi Yönetmeliği ve konak/köşk gelenekselini başarılı bulamıyorum. Geleneksel yaklaşım büyük bir yerellik tutkusuyla yazlıklara taşınmış olmalı...
Buna karşı birkaç dönemdir uzaklaşılmış prizmaların, bazen köktenci rasyonalist, bazen rasyonalizmin yeni yüzü ile uygulandığını görüyoruz. Örneklerimiz arasında, birinci yaklaşımdan yalnız Boran Ekinci’nin Esit Yönetim Binası var. Ekinci’nin, insanların lehine de olsa, inançlarından ödün vermeyeceği anlaşılıyor. Tabanlıoğlu Mimarlık İstanbul Modern’in iç düzenlemesiyle bu kavramı uygulamış olmalılar. İkinci yaklaşımda ise Türk Mimarlığının son yıllarda yakaladığı başarılı bir orta yol, Erginoğlu/Çalışlar’ın Harp Akademileri Kapalı Yüzme Havuzu, Özdemir/Yılmaz’ın Bilgi Üniversitesi Yerleşkesi, Turgut Alton’un Eczacıbaşı Yönetim Binası, Marulyalı/Aksüt’ün Otomatik Otopark Binası’ndan örnekler veriliyor... Prizmaları formlaştıran düzenlemelerin yeni yaklaşımda Erkman/Şener’in İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi, Tabanlıoğlu Mimarlık’ın Doğan Medya Yapısı, EPA Mimarlık’ın Te Sağlam Evi, H. Yürekli/M. Baslo’nun İTÜ Merkez Kitaplığı Binası eki, her biri bu kümeden ayrılmadan özel bir yaklaşım içindeler...
Form oluşturmak isteyenlerden, Karabeyler/Özyurt’un, ENKA Özel Okulları, N. Sayın’ın Irmak Lisesi, Şahinbaş/Fikirlier’in Sabiha Gökçen Havalimanı, Turgut Alton’un Mercedes-Benz Pazarlama ve Yedek Parça Tesisleri, Rees/Has’ın Anadolu Sağlık Merkezi’nin ortak yanları yalnızca mantıkla formu barıştırmak olmalı... Her birisi sanki başka bir çevrenin dilini konuşuyorlar... Örneğin, Alton’un yönetim ile oto pazarlama yapıları arasındaki farkın, değişik çevre ve işlevden geldiğini düşünürüm.
İsteklerde daha özgür, ortamdan ayrılmak isteyenlerin zaten benim gibi hata yapmayı göze almış mimarların beklentileri içinde kuşkusuz bir adım ileri eleştiri beklentileri de olmalı. Buna inanarak Selim Velioğlu’nun, İTÜ Dr. N. Birkan Temel Eğitim Okulu önerisini, kavranma sınırını aşan, aşırı ayrıntı yüklemesiyle form ve kimliğini anlatamıyor, kaybolmuş gibi görürüm.
S.M. Şener’in İTÜ Denizcilik Fakültesi ek yapısını
tanıtırken hep dar giriş cephesi gösterilmektedir. Fotoğraflarda böyle Gehry
özgürlüğü ile başlayan yapının geri kalan bölümünün sanırım nasıl bittiği merak
edilir. Fotoğrafların dışında kalan, yapının büyük bölümü ise, görünenin tersine
akılcı/rasyonel bilinen yapılardandır. Bu yapının yola dönük ucuyla gövdesi
arasında birbirini reddeden aykırılığın başka yorumunu bilmek isterdim. Çünkü bu
tasarımın bütünlüğünü zedeleyen yaklaşım Türkiye ortamında ilgi görmüş başka
yapılarda da var. Genellikle cephelere yapılan, gövdeye aykırı eklerin yapının
bütününe kimlik kazandırdığı sanılırken, aldatıcı eylem oluveriyor.
Örneğin,
O. Benini’ye yaptırılmış Abdi İbrahim İlaç Sanayi Hadımköy
Tesisleri’nin girişindeki, gövdeden ayrı heykelimsi çalımlar, yapının bütünlüğü
ile bir çelişkidir, aldatıcıdır.
Tekeli/Sisa’nın Metrocity Konut ve Alışveriş Merkezi ile Nedim Sisa’nın Kapital İş Merkezi’nde yapılan programın niteliği ve büyüklüğü, tasarımı Türkiye’den iyice uzaklaştırmıştır. Bu yapılar kuramcılarımızın, “Dünyanın hiçbir yerinde yadırganmayacak” görüntü deyimini tersine çevirerek, Türkiye’de yadırganacak kadar yabancılaştırmıştır. Kulelerdeki Türkiye’nin ilk adımları; gelecekte bir birikimle birlikte bazı özgünlükler umarım denenecektir.
Belki yakın bir gelecekte, Türkiye mimarlığı deneyimleriyle, “Uluslararası Türk Gelenekseli” gibi bir düşünce çevresinde buluşacaklar veya alışkanlıklar içinde olacaklar. Ama uluslararası kule çapında bu varış daha uzakta görünüyor...
Örneklerde de görülen yenilemeler, ahşap yapılar üzerinde olduğunda yapıyı büyük ölçüde yeniden inşa etmek zorunda kalıyoruz. Bu durumda tartışılacak çok şey olsa da, kuramsal bir çözüm göstermek kolay değil. Sanırım yeni kurallar getirmek gerekiyor...
Erginoğlu/Çalışlar’ın Rafineri Reklam Ajansı, Sportsnet ve Balkış/Çalışkan’ın Can Yayınları, Tequila ve TBWA Reklam Ajansı, Yapı Kitabevi yapı içi düzenleme veya yenilemeleriyle etkileyici görüntüler veriyorlar. Bu uygulamalar, formu yapının içine sokma; içine, yoksa boyut kazandırma, varsa yenisini kazandırma gibi mimarinin dış niteliklerini içeride sürdürme türünden katkıda bulunmaktadır. Bir yaklaşım değerlendirilmektedir. Fakat, dışıyla içiyle bu yapıların olabildiğince kimliğini tanımadan artı düzenleme konusunda düşünemiyorum. Yapının içi ile dışının bir oluşumu yansıttığına inananlar için, eksik bilgiyle, yapının tümünü tanımadan soyut bir tiyatro dekoru seyredermiş gibi bakmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Has Mimarlık’ın Yapı Kitabevi’nin sokakla bütünleşmesi, istenen bir zemin katıyla kısıtlı olması anlaşılır, alışılmış durumdur... Yine de iç mekânların kimlik kazanması için yapılan girişimin ülkemizde güçlenen bir iletişim olduğunu düşünüyor, her durumda miras bir yapının etkileri gibi yapının bütünüyle de iletişim içinde olmasını bekliyorum. Yapının tasarımıyla herhangi bir ilişkisi olmayan, sonradan düzenlenmiş iç mekânlar, çağdaş bir çevre oluşturulmasına katkıda bulunuyorlar.
Yapı fotoğrafçılığı eskiden beri konuşulur... Yapının en iyi ışıkta, en güzel göründüğü, yani tasarımın temelini, anlamını açıklayan görüntüyü veren noktadan çekilmesi istenir. Bu tanımın içinde kuşkusuz, konunun bir poster, reklam ve hattâ çekimin öz amacının fotoğrafın kendisi olmadığı söylemi de vardır. Örneğin, anlamlı bir öğeye duyarlılık göstermek isterken çok kez ne olduğu pek de anlaşılmayan ayrıntıların çarpıcı fotoğrafları amacı saptırmış oluyor. Ayrıca her yapının, bir filmin negatifini anımsatan gece fotoğrafları anlamlı olmayabiliyor. Örneğin Tabanlıoğlu Mimarlık’ın Doğan Medya Şehri’nin gece fotoğrafında, büroların lambalarının sönük olmaları yanıltıcı olsa da bana anlamlı gelir. Ama Erginoğlu/Çalışlar’ın, Açı İlköğretim Okulu ile Borusan Aktivite Merkezi’nin gece fotoğraflarından söylenmek istenileni anlayamıyorum. Soyut fotoğraflarla, mimarinin soyutluğunun bir ilgisi olmadığını düşünürüm. Son yayınlardaki bu tür yaklaşımlar, mimarlığın gerçeklerine ters düşmektedir.
Çevresiyle anlam kazanan ve bu nedenle geniş çekilen, örneklerimiz arasında bulunan, Uluğ/Yüksel’in Miniatürk, Has Mimarlık’ın Galatasaray Lisesi Yemekhanesi, Bozkurt/Şener’in Vadipark Evleri, Tabanlıoğlu Mimarlık’ın Galata Liman Tesisleri’ni okumak olası değil. Ama düzgün öneriler oldukları anlaşılıyor. Önemli yapıların maketlerinin, Miniatürk örneğindeki gibi bir parkta serpiştirilmiş hallerini acıklı bulurum. Yapının gerçek ölçeği, insanla oluşturduğu oran, onun kimliğinin birincil niteliğidir. Onların küçük örnekleri, tasarımda ve gerekse fotoğraflardaki küçültmeler zihnimizin yardımıyla yaptığımız yorumlardır.
Mimariler arasındaki farklı zamanlar ve farklı kimlikler, bazen zıt söylemler arasında olan etkilenmeler, irrasyonel yaklaşımların Modernizmin rasyonel gelişimine etkilerine kadar uzanıyor... Sanırım 80 yıl sonra artık rasyonalizmi, bir veya birkaç yalın prizmadan çok farklı görmeye alıştık ve sevdik. Şimdi beklentilerimiz yalnız bir prizmadan ötede veya yeni prizmalar arayışında... Bugünün rasyonalizmi, işlevsel ağırlıklı planlar ile aralarında ve çevresiyle kolay kavranan yalınlıktaki formlardan oluşuyor. İnsanı şaşırtmıyor, belki çok heyecanlandırmıyor ama duygulandırıyor. Doğal ki, çağımız mimarlığının çoğunlukla, bu büyük kümeyi oluşturmak için uyguladığım aşırı esnek yaklaşıma karşın örnekler, aralarında çok çeşitlilik gösteriyor. Belki ülkelerinde kimlikleri olan bir anlatım birliği, ortaklığı varsa da, biz her yabancı ortama açığız.
Yazımın belkemiği yaptığım kozmopolit, yani birbiriyle ilişki kurmuş yabancı kültürler olmayıp, herbiri kendi ortamı içinde yaşamını sürdüren kültürler gibi görüyorum.. Bu nedenle kümelemem kaba niteliklerle sınırlı... Belki bizim karmaşamızın uluslararasının genişliğinin yansımasıdır veya kuram dışı kendi yaklaşımlarımızdan gelebilir. Kuramlara bilerek veya bilmeyerek aykırı davranmak, farklılıkların kaynağı olabilir. Eksik bilgi ile yapılan aykırılıklarla, bilerek yapılanların başarılı olma olasılığı çok farklıdır. Doğal ki, bu durumda bilimsel yapılan kuram dışı aykırılıklar belki başka kuramlar, yani yeni arayışlar başlatabilir.
Kuramcılarımızın, seçilmiş yapılarımızdan “dünyanın herhangi bir yerinde yadırganmaz” diye söz etmelerini şöyle anlıyorum: artık dünyada tek kimlik geçerliyse bu bir iltifat demektir. Aksi halde, böyle bir yapı için “bu Türkiye’den gelmiş, burada ne arıyor?” veya “bu yapı Türkiye’de olmalıydı” demeyi yeğlerim.
Yapının her yerde geçer olması, hiçbir yerle gerçek bir iletişim kuramadığını, aidiyet nitelikleri taşımadığını söylemez mi?
Halkımızda, görünürde bir gelir uçurumu ve görünmeyen bir kültür uçurumu
var... Geleneksellik bu farkı gizleyen bir ortam yaratıyordu... Evlerin nasıl
olduğu değil, genelde büyüklük, küçüklük farkı yaşanıyordu... Yerelliğin yerine
toparlayıcı, bütünleştirici olarak neyin yerleştiğini sürekli sorgulamak gereken
konularımızın başlıcalarındandır.
Toplumlar sosyal, kültürel tabanlıydı...
Şimdi sosyal kölelik yerine büyük ölçüde ekonomik kölelik olup kültürel ayrım
kavramı önemini yitirmiş bulunuyor...
Sosyal bütünlük ve bütünlüğün önemli bir parçası olan geleneksellik, bugünün geçeklerince aşılmıştır. Örnek aldığımız, bugünün uygarlığını oluşturan toplumlar kendi süreçlerini yaşamış ve sürdürmektedir. Bu sürece sonradan katılan bizlerin, bütünlüğümüzü koruyarak, sürdürerek yeni bir ekonomik, sosyal ve kültürel bir yapıya geçmemizin aksadığını görüyoruz. Belki de bu süreç değiştirme olayımızın ağırlıklı olarak özüyle değil, görselliğiyle yaşanması bu ayrışma ve karmaşanın nedenidir.
Özellikle ticari yapıların bir rekabet aracı olmaları, mimarları da bu
ortamın bir parçası yapabiliyor. Bu koşullar altında tasarım doğal içgüdüsel bir
süreç değil, kışkırtılmış, kamçılanmış, içgüdüden uzaklaşmış anlatımlar
yaşıyor...
Yapıların değerlendirilmesi yerine, yapılması istenenlerin ne
olduğunu, kuramcı ve uygulayıcılara sorsak, acaba bir ipucu yakalayabilir miyiz?
Türkiye bir taraftan kuramları artırırken, kuralları da azaltmalıdır diye düşünürüm.