SPO: Türkiye kentleri 'kitle imha aracına' dönüşüyor

TMMOB Şehir Plancıları Odası (ŞPO) 17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana geçen 12 yılda kaderci bir yaklaşımla çaresiz biçimde ölümü bekleyen milyonlarca insanın görmezden gelindiğini savunarak, "1999 yılından bu yana her fırsatta bu gerçeğe dikkat çekmeye çalışan, yapılması gerektiği halde yapılmayanlar ve atılan yanlış adımlar konusunda yetkililerin, sorumluların ve olası bir depremde zarar görecek toplum kesimlerinin konuya dikkatini çekmek amacıyla 'fay hatları pay hatlarına dönüşüyor' uyarısında bulunan TMMOB Şehir Plancıları Odası'nın uyarıları ne yazık ki dikkate alınmamaktadır" dedi. Oda adına Genel Başkan Necati Uyar imzasıyla yapılan yazılı açıklamada, kentlerimizde var olan risk havuzlarının genişlemekte, fay hatları daraltılmakta, kaydırılmakta olduğu; başına gelecek olası bir felaketi 'kader' diyerek sessizce bekleyen milyonlara yenileri eklendiği savunuldu. Türkiye kentlerinin taşımakta olduğu risklerle 'günümüzün en etkili kitle imha araçları' arasında sayılacak duruma geldiğinin altının çizildiği açıklamada şöyle deniliyor:

"Türkiye kentleri günümüzün en etkili kitle imha araçlarıdır"

İstanbul`da yaşayan, Türkiye'de yaşananları yakından izleme olanağına sahip olan, ülkemizin olası bir depreme karşı duyarsızlığından, kaderciliğinden yakınan ve ülkemizin 'sismik riskle Rus ruleti' oynayan ülkeler arasında yer aldığını belirten ABD`li gazeteci Claire Berlinski'nin de dile getirdiği gibi; Türkiye kentleri taşımakta olduğu risklerle, 'günümüzün en etkili kitle imha araçları' arasında sayılacak duruma gelmektedir. 

Dünyanın önde gelen risk havuzlarına sahip kentleri nedeniyle Türkiye'nin risk azaltma yaklaşımına büyük gereksinmesi bulunmaktadır. Denetimsiz ve planlama disiplininden uzak bir yaklaşımla kentleşmiş bulunan Türkiye, dünyanın önde gelen risk havuzlarına sahip kentleri ile risk azaltma yaklaşımına en büyük gereksinmesi olan ülkeler arasında yer almaktadır. Buna karşın, doğru kavrayış, kurumlaşma ve uygulamalar bir türlü gerçekleşememektedir. Türkiye, konu ile ilgili uluslararası çalışmalara, protokollere katılmakta ancak bunların gereklerini yerine getirmemekte istikrarlı olarak direnmektedir.

Son yıllarda sorunun mucizevi çözümü gibi sunulan, ancak aslen kentsel toprak rantlarının yandaş kesimlere aktarılmasının aracı olarak kullanılmakta olan ‘kentsel dönüşüm projeleri`, deprem korkusu da kullanılarak topluma dayatılmaktadır. Bugün kentlerimizde deprem açısından büyük risk taşıyan ancak piyasa mekanizması içinde yüksek rant getirisi vaat etmeyen alanlara yönelik hiçbir girişim gündeme getirilmezken, rantı yükselen kentsel bölgelerde yandaş konut firmalarının 'hayal ettiklerini olduran' tasfiyeci girişimler vahşi biçimde dayatılmaktadır. Ankara örneklerinde olduğu gibi, hiçbir yapılaşmanın bulunmadığı, 'karar öncesi el değiştirmeleri merak uyandıran' boş tarım toprakları, ağaçlandırılacak alanlar, yeşil alanlar kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek, kentsel dönüşüm kavramı kirletilmektedir.   

Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı çözüm üretmekten uzak

12 yıl sonunda ortaya konulan tek somut çalışma olan 'Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı' ülkemiz kentleri açısından kalıcı çözüm üretmekten uzaktır. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı tarafından hazırlanan ve bugünlerde kamuoyu ile paylaşılacak olan 'Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı' geçen 12 yıl içinde atılmış olumlu adımlardan biri olsa da ülkemiz kentleri açısından kalıcı çözüm üretmekten uzaktır.

Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı, Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilen, ‘afet öncesi risk azaltma` stratejisine dayalı yeni politikaları görmezden gelmektedir.

Birleşmiş Milletler 1990-2000 on yılını ‘Doğal Afetleri Azaltma On yılı` ilan etmiş, bu sırada Yokohama Konferansını (1994) düzenlemiş, bu alanda ‘Afet Azaltma Uluslararası Stratejisi` ile bir yeni organ oluşturmuş, 2005 yılında gerçekleştirdiği Kobe Konferansı`nda 2005-2015 on yılının yeni bir eylem dönemi olarak tanınmasını sağlamıştır.

Yeni politika, düşünce ve eylemi yalnızca afet sonrası dönemle sınırlı bırakmayıp, tüm etkinlikleri afet öncesine döndürmüş, her ölçekteki planlarda risklerin göz önüne alınmasını ve risklerin azaltılmasında katılımlı karar alma ilkesini tanımlamış, kentsel alanların ve dar gelirli kesimlerin risklerinin azaltılmasına öncelik vermiştir.

Risk azaltma çalışmalarının yerel düzeyde başlatılmasını kaçınılmaz gören Incheon Konferansı (G. Kore, 2009) ve Bildirgesi, risk azaltma giderlerini piyasacı yaklaşımla ‘maliyet` olarak değil, kamusal bir anlayışla ‘yatırım` olarak tanımlamıştır.

Uluslararası kentsel risk azaltma çabaları, dünyanın en önemli politika uygulama alanı olarak görülüp, küçük yerleşme birimlerinde bile kapsamlı önlemlerle özendirilip uygulanırken, Türkiye`de afetler politikası, üzerinde konuşulamayan, adeta sansür uygulanan bir konu haline getirilmiştir.

Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı, ne yazık ki afet sonrası uzmanların çoğunluğu oluşturduğu bir ekibin, yeni politikada da egemen olma, yetkilerini konsolide etme çabalarını yansıtmaktadır.

Ağırlıklı olarak yer bilimcileri ve mühendislerden oluşan çalışma gruplarında ‘strateji planı` hazırlama yetkinliğine sahip şehir plancıları ve sosyal bilimciler dışlanmış, uluslararası yeni politikanın öncelik verdiği, afet öncesi ‘risk azaltma`çalışmaları ve ‘kentsel riskler` konularında şehir plancılarının birincil rolleri görmezden gelinmiş, yeni politikanın getirdiği kavram, anlayış ve ilkelerden yoksun bir strateji belgesi ortaya çıkmıştır. 

Bu yanıyla Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı, kentsel güvenliğin yalnızca sağlam yapı elde etmekten ibaret olduğunu varsayan bir anlayışı sergilerken, en az bu derecede önemli olan diğer ‘kentsel riskler` görmezden gelinmektedir.

Türkiye`de deprem konusunda son 12 yılda tercih edilen politikalar ve sergilenen yaklaşım, yoksul kesimleri kaderlerine terk ederken, "parası olan korunur" ilkesinin yerleşmesine neden olmaktadır.

Türkiye`de ekonomik gelişme ile "toplum zenginleştikçe bu sorun kendiliğinden çözülür" görüşünü savunan kimi yaklaşım sahiplerinin bu tavrı ‘riskleri şimdilik unutturmak` anlamına gelmektedir. İşleri piyasaya bırakma yanlısı olan bu anlayış birkaç yanlışı birden içermektedir.

Öncelikle bu yaklaşım, kentlerde sismik güvenliği yalnızca yapı birimleri cinsinden düşünmekte, bunun da ancak belirli bir meslek grubu tarafından sağlanabileceğini varsaymaktadır. Bu yaklaşım, toplumu dışlamakta, güvenlik konusunun özellikle katılımlı süreçlerle sağlanacağı ilkesini tanımamakta, toplumu yalnızca müşteri olarak görmektedir.

Diğer yandan can güvenliğinin bir kamu görevi olduğunu göz ardı ederek, "talep varsa güvenlik önlemi alınır" düşüncesini savunan bu yaklaşımın tek bir sonucundan söz etmek olanaklıdır; "parası olan korunur."

12 yıl önce deprem gerçeğini acı bir deneyimle gündeminin ilk sırasına taşıyan Türkiye`nin, her geçen gün bu gerçekten biraz daha uzaklaştığını, deprem ve yarattığı acıların unutturulmaya çalıştığını üzülerek gözlemliyoruz.

Deprem gerçeğini bir an bile aklından çıkarmaması gereken Türkiye`nin, bu alandaki yasal düzenlemelerini, kurumlaşma biçimini ve yetkili meslek gruplarını, merkezde ve yerelde yapılması gerekenleri yeniden düşünmesinin ve gün geçirmeden somut adım atmasının zorunlu olduğuna inanıyoruz.