İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı ile Erasmus antlaşması bağlamında
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi,
Strasbourg Devlet Yüksek Mimarlık Okulu ile 9 Eylül
Üniversitesi öğretim üyeleri ve lisansüstü öğrencileri tarafından,
İstanbul Karasurları için bir kentsel tasarım atölye çalışması
gerçekleştirildi. Bu atölye çalışmalarının sonuçları 30 Nisan’a kadar
“Çevresiyle, yaşayanlarıyla, mahalleleriyle... Surları
düşünmek” başlığı altında Fransız Kültür Merkezi’nde
sergileniyor.
Atölye çalışmalarında, Karasurları yalnızca korunması gereken bir anıt olarak
değil, insanları, yaşam çevresi, ulaşım imkanları, kamusal mekânlarıyla bir
bütün olarak incelenmeye çalışıldı, öneriler geliştirildi. Proje kapsamında
bağımsız uzmanların katılımıyla yürütülecek bu tür çalışmaların devam etmesi ve
surların, içinde bulundukları kentsel bağlamla ilişkileri, restorasyon
teknikleri, mimarlık ve şehircilik açısından farklı deneyimlere, araştırmalara
açık bir biçimde ele alınması hedefleniyor.
Kentler gibi surlar da yaşar
İstanbul dünyadaki en büyük sur varlığına sahip kentlerden biri. 25
km uzunluğundaki görkemli kent surları İstanbul’a eşsiz bir değer
kazandırıyor. Bugün büyük bir bölümü ayakta duran surlar II.
Theodosius zamanında, yaklaşık 1600 yıl önce son halini aldı. Surlar
üzerinde yüzlerce kule, onlarca kapı yer alıyordu ve yapıldıkları tarih
itibarıyla dünyanın en gelişmiş kent savunma sistemi örneğiydi. İstanbul’un
Pera-Galata tarafında olduğu gibi, Avrupa’da büyük kentlerinin
bir bölümü 19. yüzyılda modernleşirken surlarını kaybettiler.
Londra, Paris, Brüksel,
Viyana’da modern belediyelerin ilk icraatı surları yıkmak oldu.
Bu yıkımların nedenini anlamak mümkün: Sanayi devrimi sonrası kentlerde önemli
bir nüfus artışı oldu. Kentler Ortaçağ’dan kalan surların içine sığamaz oldu,
dışına taştı. Belki yıkımlar için başka nedenler de aranabilir: Ulus-devletin
mekân düzeni ile kentlerin fiziksel sınırlarının olması düşüncesi -büyük bir
ihtimalle- çelişki yaratıyordu. Surlar, kentlerin geçmişini, Ortaçağ’ı
simgeliyordu.
Modern devletler ise, öncelikle kentlerde eski düzenin izlerini silmek
istiyorlardı. Bu nedenle kentlerin mevcut dokusu yanında kentlerin surları da
yıkımlardan nasibini aldı. Ya da bazen teknik gerekçeler etkili oldu. Örneğin
İstanbul’da surlara en büyük müdahale, 1870’lerde tren hattı inşa edilirken
gerçekleşti. Birçok yerde surların yakın çevresine ana ulaşım arterleri, katlı
kavşaklar yapıldı, yollara geçit vermek için yıkımlar yapıldı. En büyük tahribat
son çeyrek asırda “restorasyon” adı altında yapılan inşaatlar
nedeniyle oldu. Çünkü yapılan müdahalelerin çoğu “ihya”
çalışması gerekçesi altında, imar işleri kapsamında gerçekleştirildi. Bu nedenle
UNESCO Dünya Miras Merkezi ile ICOMOS ortak
heyetinin, 2006’da yaptığı tetkik sonucu hazırladığı raporda ve aynı yıl
Temmuz’da Vilnius’ta yapılan 30. Komite
toplantısında alınan kararda, Dünya Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul
Karasurları’ndaki restorasyon çalışmalarının sorunlarına işaret edildi ve
aciliyetle gözden geçirilmesi istendi.
Yalnızca restorasyonla korunamaz
Modernleşme döneminin başlangıcında bugünkü gibi bir koruma bilinci olmadığı
için çoğu zaman surların yokluğu da, varlığı da fark edilmedi. Ya yıkıldı ya da
korunduğu için değil, kendi hallerinde bırakıldıkları için günümüze kadar geldi.
Ancak surlar her zaman yaşamın içinde oldu, insanlar binlerce yıl surlara komşu
olarak yaşadı. Kentler, içinde insanların yaşadığı, ihtiyaçların sürekli
değiştiği, geliştiği yerler. Kentlerin içinde kalmış olan surlar da, yalnızca
geçmişin izlerini bugüne taşıyan fosilleşmiş kalıntılar değil. Onların da,
değerlendirilişi, kullanılış biçimi, anlamlandırılışıyla, kentler gibi “canlı”
oldukları söylenebilir. Binlerce yıldır yaşamın sürdüğü çevresindeki yerleşim
alanları, arkeolojik kalıntıları, sarayları, camileri, kiliseleri, sinagogları,
tekkeleri, limanları ile surlar da, Tarihi Yarımada’yı dünyada benzersiz bir
yere sahip kılıyor. Surların kapıları geçmişte olduğu gibi bugün de ulaşım için
kullanılıyor, çevresinde çocuklar oynuyor, pazarlar kuruluyor, hatta hendekleri
binlerce yıldır bostan olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle bugün, surların yeni
yönetim deneyimlerine ve yaratıcı fikirlere açılması yalnızca uzmanlar için
değil, kent halkı için önemli.
BM’nin eğitim ve kültür örgütü UNESCO’nun öncülük ettiği
“Dünya Kültür Mirası” kavramı her türlü ayrımcılığa, tehdide
karşı önemli bir güvence getiriyor. İnsanlığın ortak mirası olarak devletlerin
sorumluluğunu tanımlıyor. Özellikle, yönetim planlarının hazırlanması süreci,
kent halkını işin içine katmayı, kurumların, kendi yararlarını temsilin ötesine
geçerek, birlikte çalışmalarını özendiriyor. Kültür mirasının eskiden olduğu
gibi bir restorasyon, ya da “ihya” problematiği içinde ele alınmaması, sorun
alanları arasında ilişkisel bir yaklaşım ve konu odaklı deneyimler
geliştirilmesi amaçlanıyor. Böylece restorasyon anonim bir iş olarak değil,
farklı düşüncelere açık, yaratıcı bir uğraş niteliği kazanıyor.
İstanbul’da surların bir restorasyon konusu olarak ele alınması yeterli
değil. İstanbul yalnızca restorasyon çalışmaları ile korunamaz. İstanbul
surlarının, -kültür varlıkları, insanları, mahalleleriyle birlikte- hiçbir
kentin sahip olmadığı çapta zenginliğini kent halkı için bir değere
dönüştürmeli. Bunun için surları tek boyutlu bir “restorasyon
işi” olarak ele almak yerine çok katmanlı bir anlam dünyasına taşımak,
20. yüzyıldan kalma araçsal yönetim mantığının kısırlaştırmasından kurtarmak
gerekli. Bugün surların ideolojik ve teknokratik kültürel miras problematiğinden
kurtarılması, kentin yönetim pratiklerinin nasıl dönüştürülebileceğini
gösteriyor.
Kentin eşsiz kültürel mirasının küçük bir azınlığın çıkarları için kullanımı
ile -UNESCO meselesinde olduğu gibi- Osmanlı ve Bizans geçmişinin küresel ilgiye
açılması arasındaki çelişki, kent halkı açısından neyin daha yararlı olacağı
hakkında acaba bize bir fikir vermiyor mu?