"Türkiye'de Meslek Hastalığı Tanısı Koymak Deveye 9 Hendek Atlatmak Gibi Birşey"



Sosyal Sigortalar Kurumu (SGK), sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal engellilik hallerini 'meslek hastalığı' olarak tanımlıyor. Yine SGK'ya göre sigortalının çalıştığı işten dolayı meslek hastalığına tutulduğunun tespit edilebilmesi için ise kurumca yetkilendirilen sağlık hizmet sunucuları tarafından usulüne uygun olarak düzenlenen sağlık kurulu raporu ve dayanağı tıbbî belgelerin incelenmesi sonucu Kurum Sağlık Kurulu tarafından tespit edilmesi gerekiyor.

Ancak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in verdiği bilgiye göre sadece 'tehlikeli' ve 'çok tehlikeli' kategorilerinde yaklaşık 680 bin işyerinin olduğu Türkiye'de meslek hastalıklarıyla ilgili ciddi bir çalışmanın olduğunu söylemek zor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'ne göre 12 yılda en az 14 bin 455 işçi önlenebilir kazalar nedeniyle hayatını kaybederken; meslek hastalıkları ve neden oldukları kayıplar konusunda net bir bilgimiz yok. Öyle ki, hastalığına tanı bile konulmayan işçi sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğu söylenebilir.

Elbette meslek hastalıklarının tespitinde ve gerekli müdahalenin yapılamamasında kamu otoritesinin konuya yaklaşımından işverenin-işçinin tutumuna kadar bir dizi etken belirleyici. Bu yıl 14-15 Kasım tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirilen 'İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Sempoyumu ve Sergisi' kapsamında düzenlenen 'İş Güvenliği Uzmanları ve İşyeri Hekimlerinin Çalışma Yaşamında Karşılaştığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri' panelinde İstanbul Tabip Odası adına konuşan Dr. Ahmet Tellioğlu, "İşçi sağlığı, sadece bir işveren sorumluluğu değildir; bir işçi hakkıdır. Kamu otoritesinin bu hakkın korunması yönünde refleksleri olmalı" demişti. Bir kimya şirketinde işyeri hekimi olarak çalışırken sağlık durumlarında ciddi sıkıntılar saptadığı işçileri İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesi'ne sevk ettiği için işten çıkarılması üzerine açtığı dava geçtiğimiz günlerde sonuçlanan ve işe iadesi yönünde karar çıkan Dr. Tellioğlu ile işyeri hekimliğini ve karşılaştıkları sorunları konuştuk.

Tellioğlu, “…İşyeri hekiminden mesleki maruziyetleri ve meslek hastalıklarını gizlemesini istemek en hafifinden mali müşavirinizden vergi kaçırmanıza aracılık etmesini istemek gibi bir şey. Bir işveren, vergi kaçırmayı bir politika olarak benimseyebilir mi? Bunu politika olarak benimseyecek bir iş dünyası nereye kadar gidebilir?! Türkiye bunun asla düşünülemeyeceği bir noktaya gelmek zorunda…” diyor.

Dr.Dr. Ahmet Tellioğluİşçi sağlığı ve iş güvenliği kavramlarından ne anlıyoruz?

İş sağlığı ve güvenliği kuşkusuz birbirinden ayrılamaz. Ama iki farklı kavram. İş güvenliği, daha çok iş kazalarıyla ilgili taraf. İş güvenliği tarafında öncelikle iş güvenliği uzmanı arkadaşlarımız var. İş/işçi sağlığı ise öncelikle işin meslek hastalıkları tarafıyla ilgili. Bu tarafta öncelikle işyeri hekimleri var. Meslek hastalıkları derken de, işteki ve işyerindeki zararlılara maruziyetler sonucunda oluşan hastalıklardan bahsediyoruz. İş yeri hekimleri olarak biz, işin daha çok meslek hastalığı tarafındayız.

İş yeri hekimleri, ‘işçi sağlığı ve iş güvenliği’ hiyerarşisi içinde nerede duruyorlar? Mevzuat bu konuda ne diyor?

Mevzuata göre iş yeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanları, mesleğini tırnak içinde bağımsız olarak yerine getiren danışmanlar konumundalar. Ama danışmanlık ve bağımsızlık, aslında birbiriyle çelişen şeyler. Bu nedenle ben, tırnak içinde bağımsızlık diyorum. Çünkü biri sizi danışman olarak tuttuğu zaman, tabiî ki öncelikle kendi çıkarlarıyla ilgili beklentileri oluyor; kendisine bu çerçevede hizmet etmenizi istiyor. Mevzuatımız da iş yeri hekimlerine 'bağımsız olun' diyor; ama bunu güvence altına alan kurallar içermiyor. Esasen mesleki bağımsızlık yoksa, meslek de yoktur.

İstanbul’da gerçekleştirilen ‘İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Yerel Sempozyumu’nda yaptığınız sunumda, işçi sağlığı konusunun aslında bir çeşit koruyucu hekimlik olduğundan ve sağlığın ticaretleştiği genel bir ortamda bunun da çok fazla mümkün olmadığından bahsetmiştiniz. Genel sağlık yaklaşımı, iş yeri hekimlerini, işçi sağılığını nasıl etkiliyor?

Sağlık, Türkiye’de kamusal sorumluluklardan büyük ölçüde arındırıldı ve salt bir iktisadi sektör haline getirildi. Salt iktisadi bir sektör haline gelince, iktisadın kendi iktisadi dinamikleri büyük ölçüde belirleyici oluyor. Sektör dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de tedavi edici hekimlik üzerinden yürüyor. Oysa koruyucu hekimlik dediğinizde, kişileri hastalık etkenlerinden koruduğunuz bir hekimlik türü tarif etmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla ‘tedavi’ üzerinden yürüyen bir sektörde; koruyucu hekimlik, işin ticari yönüyle çelişiyor; koruyucu hekimlik uygulamaları ister istemez daha geri planda kalıyor. İşyeri hekimliği de bu durumdan olumsuz etkileniyor. Bunun en bilinen hali, hem işverenin hem de çalışanın sizi asıl olarak orada poliklinik hizmeti veren biri olarak görmesi. İşveren, “Benim hastalanan personelimin işyerinden ayrılıp, doktora gitmesine engel ol; burada ona gerekli tedaviyi düzenle ki iş gücü kaybım olmasın” diyor; işçi de, “Benim ilaçlarım var, lütfen burada yaz” şeklinde yaklaşıyor. Hâlbuki asıl yapmanız gereken iş, koruyucu hekimlik hizmetleri; olası meslek hastalıklarını önlemek için ileriye dönük faaliyetler. 

Reklam Goruntulenme Bolumu


Konuşmanızda işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sadece işveren sorumluluğunda olmadığını vurgulayarak, kamu otoritesinin sorumluluklarına da işaret etmiştiniz. Bu anlamda Türkiye’de kamunun sorumluluklarının farkında olduğunu, yerine getirdiğini söyleyebilir miyiz?

Ben kamunun bu yöndeki sorumluluğunu yerine getirmediğini, geçiştirdiğini düşünüyorum. Esasen kişinin sağlıklı yaşaması ve sağlıkla çalışması, kamunun sorumluluğudur ve kamu kurumları bunu temin etmek için gerekli düzenlemeleri, denetimleri, gözetimleri yapmalıdır. Türkiye’de bu anlamda ne gerekli kuralların olduğunu, ne de yeterince denetim yapıldığını düşünmüyorum. Yeni çıkarılan 6331 sayılı İş Sağlığı Güvenliği Yasası konuyu salt bir işveren yükümlülüğü, iş sözleşmesinden doğan borç mantığıyla ele alıyor. Halbuki işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili bir düzenleme yapıyorsanız, konuyu ‘çalışanların dokunulmaz hakları’ çerçevesinde ele almalısınız. Konuya, “İşverenin, iş sağlığı güvenliği önlemlerini alma yükümlülüğü vardır” gibi Borçlar Kanunu ağzı ile değil; "Çalışanın sağlığının korunması, onun temel dokunulmaz hakkıdır" gibi evrensel bir perspektifle yaklaşmalısınız.

Burada kamunun tanımladığı ‘sorumluluk’ ne kadar doğru?

Mevcut 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nda da çalışanın sağlığı, sağlıklı çalışma hakkı, bir ‘dokunulmaz hak’ olarak tarif edilmiyor. İşverenin iş sözleşmesinden doğan sözleşme borcunu nasıl yerine getireceğine, bu borcu kendi temsilcileri ve danışmanları arasında nasıl dağıtacağına odaklanmış bir yasa. Daha önce iş sağlığı güvenliği kapsamında olmayan büyük bir çalışan kitlesini kapsama almasını olumlu bir adım olarak değerlendirebiliriz. Ama şunu da söylemeliyiz ki, bunu yaparken uygulayıcılar bilimsel standartların çok gerisinde kaldılar. Kapsamı genişlettiler, ama standartları aşağıya çektiler; Avrupa Komisyonu’nun ilgili direktifi yerine gelmiş oldu. Ne kadar yerine geldiği de ortada. Kaydedilen iş kazaları ile kaydedilemeyen meslek hastalıkları sayıları söylüyorlar ne olduğunu.

Bu anlattıklarınızın ışığında Türkiye’nin meslek hastalıkları konusunda geldiği konumu nasıl değerlendirebiliriz?

Türkiye meslek hastalıkları, mesleki sağlık konusunda genel olarak çok geride. Hem bilimsel anlamda, hem akademik olarak, hem de toplumsal, kültürel manada çok geride. Elbette ileri/geri rölatif bir şey; batılı gelişmiş ülkeleri baz alıyorsanız gerideyiz. Hatta Çin’e göre bile geride olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu konuda özel olarak ilerlemek istiyorsa, kamu otoritesinin yapması gereken bazı temel şeyler var; bunlar yapılmıyor.

Nedir o temel şeyler?

Öncelikle, tıp fakülteleri müfredatında mesleki sağlık konusuna geniş yer vermek. Sonraki adım ise tüm eğitim hastanelerinde kürsüler kurarak, iş ve meslek hastalıkları uzmanlığını kurumsallaştırmak; bu hastaneleri, iş ve meslek hastalığı uzmanları yetiştirir hale getirmek. Üçüncü olarak, başta eğitim  hastaneleri olmak üzere tüm hastanelerde meslek hastalığı poliklinikleri kurmak. Bir diğer nokta da, meslek hastalığı tanısını SGK sultasından kurtarmak. Bu nokta çok önemli. Bakın, Türkiye’de hekim olarak her hastalığın tanısını koyabilirisiniz; ama meslek hastalığı tanısını koymanız SGK’nın iznine bağlıdır. Böyle bir şey olabilir mi? Bunun acilen kaldırılması lazım. İşin sigortacılık kısmı, tazminat boyutu ayrı konular; SGK oralarda olsun. Ama tanı koyma sürecine SGK karışmamalı.

Tabi iş yerlerinde mesleki sağlığı gözetlemekle birinci elden sorumlu hekimlere de kamusal güvence getirilmeli. Bu, 'hekimlerin herhangi bir çalışandan fazla iş güvencesi olsun' şeklinde anlaşılmasın; kendisiyle ilgili konularda herhangi bir çalışanın iş güvencesi ne kadarsa, hekimin güvencesi de o kadar olsun. Ama siz bir yerde meslek hastalığı teşhis ettiğiniz zaman, çoğu işveren bunu kendisine karşı bir hareket olarak algılayabiliyor. Bu tür durumlarda hekimin bu gözetimi, teşhis sürecini sürdürebilmesinin güvencesi olmalı. Bu konuda mevcut işleyiş nasıl?

Hekimin yaptığı iş, insanların sağlıklı çalışma hakkını, sağlıklı yaşama hakkını kamu adına korumak. Ama meslek hastalığı takip eden hekimi işten çıkartmak isteyen işverenin önünde hiçbir engel yok. Kamusal bir sorumluluk taşımasına rağmen, hekimi koruyan hiçbir uygulama yok. Üstelik daha önce belirli ölçüde güvence sağlayan meslek odası denetimi de kaldırıldı. Bir de, “İş yeri hekimlerini başka alt işverenlerden kiralayabilir, taşeronlaştırabilirsiniz” dendi. Burada istediğiniz kadar kanununuza büyük harflerle mesleki bağımsızlık vs. yazın, bunun hiçbir ciddiyeti yoktur. Bu yüzden ben tırnak içinde bağımsızlık diyorum. Gülünç yani.

İş yeri hekimi olabilmek için nasıl bir prosedür izleniyor, isteyen herkes işyeri hekimi olabiliyor mu?

Tam sayıyı bilmiyorum, ama Türkiye’de 4 bin civarında işyeri hekimi olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan lisanslı eğitim kurumlarının verdiği ve 15 günü uzaktan, 15 günü yüz yüze olan eğitimi tamamlayan herkes, Bakanlığın açtığı sınavda da başarılı olma koşuluyla, iş yeri hekimliği yapmaya hak kazanıyor.

Farklı meslek gruplarının, farklı çalışma koşulları var; dolayısıyla riskler de öyle. Sektörel bir uzmanlık gerekmiyor mu?

‘İş ve meslek hastalığı uzmanlığı’nı kurmsallaştırıp, yaygınlaştırmadığınız noktada, sektörel anlamda da derinleşemezsiniz. Eskiden Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) B, C tipi kurslarında sektörel bazlı, hastalık grubu bazlı derinlikli eğitimler yapılıyordu. Ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, TTB’yi ve Tabip Odaları’nı özellikle eğitim alanından da çıkarttı; oysa Türkiye’de bu konudaki birikimin çok önemli bir kısmı TTB’ye ve meslek odalarına aittir. Eskiden de temel kurs vardı, ama uzmanlaşmaya dönük kurslar da vardı. Bu tarz çalışmaların da olması gerekiyor.

Meslek hastalıkları üzerine uzmanlaşmış kaç hastane, poliklinik var Türkiye’de? Meslek hastalıkları ne kadar teşhis edilebiliyor?

Türkiye’de meslek hastalığı kürsüsü yok. İstanbul, Ankara ve Zonguldak’ta olmak üzere 3 meslek hastalığı hastanesi var. Bir de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde bir meslek hastalığı polikliniği kuruldu sanırım. Tüm devlet üniversite hastaneleri ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastaneleri, SGK tarafından meslek hastalığı tanısı koymaya yetkili hastaneler haline getirildi. Ama bildiğim kadarıyla, bu hastanelerin meslek hastalığı tanısı koymaya dönük bir çalışmaları henüz yok.

Ölümlü iş kazası, gizlenemez bir şey. İster istemez toplumun dikkatini çekiyor; dolayısıyla konuşuluyor. Ama meslek hastalığı dediğiniz şey, yavaş gelişen, yavaş öldüren bir süreç. Dünya Sağlık Örgütü, “Eğer bir yerde 11 ölümlü iş kazası varsa, 19 kişi de meslek hastalığından ölmüştür” diyor. Türkiye’de bin 500 - bin 750 civarında ölümlü iş kazası olduğunu düşünürseniz; bu da her yıl en az 2-3 bin çalışanın meslek hastalığı sonucu hayatını kaybettiği anlamına gelir. Bunları görünür kılamıyoruz; çünkü tanısı konulamıyor. Çünkü bu ülkede meslek hastalığı tanısı koymak, deveye hendek atlatmak değil, deveye 9 hendek atlatmak gibi bir şey. Türkiye’de bu konuda kayıtlara bakarsanız, meslek hastalığı kaynaklı yılda 3-5 kayıp görünüyor. Olacak şey değil; akla zarar. Bence ortada toplumsal bir suç var; devasa bir meslek hastalığı kütlesi, binlerce çalışanın meslek hastalığı gizleniyor, görünmez hale getiriliyor.

Reklam Goruntulenme Bolumu


Türkiye’deki çalışma yaşamını ‘meslek hastalıkları’ anlamında başka ülkelerle karşılaştırdığımızda nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız?

Türkiye’de konan meslek hastalığı tanısı, 400 - 500 arasında değişiyor. Bunlar, SGK’nın meslek hastalığı olarak tanıdığı vakalar; ki bu rakamlar çok düşük. O rakamlara bakarak, kabaca, SGK’nın 10 meslek hastalığından 9’unu tanılayamadığını söyleyebiliriz. Bir de tedaviyle kalıcı bir iz bırakmadan geçebilen meslek hastalıkları var; bunların zaten adı bile anılmıyor. SGK, maluliyet oluşturan meslek hastalıklarını tanıyor ve ilan ediyor; bu da yüzde 10 ve üstünde maluliyet oluşturan meslek hastalıkları anlamına geliyor. Sayıları da, dediğim gibi yılda 400 - 500 civarında.

Hoş; bu tanı konusu tüm dünyada zor bir konu. Batı ülkelerinde de -bizden daha iyi olmakla beraber- henüz evrensel standartlar oluşmuş değil, ancak standartları evrenselleştirme çalışmaları var. Türkiye, en azından gözünü diktiği Avrupa ile mukayese edildiğinde son derece kötü durumda. Zaten bunu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da kabul etmiş ve “Meslek hastalığı tanısını 5 kat artıracağım” diye bir program yazmıştı. Böyle bir şey olamadı; kağıt üstünde kaldı.

Burada problem biraz da teknik altyapıdan mı kaynaklanıyor?

İş yeri hekiminden beklenen, esasen ön tanı koyması, maruziyeti tespit etmesidir. Bunu tanı haline getirecek kurumlar, tabii ki çeşitli branş hekimlerinin bulunduğu hastanelerdir. Bu anlamda eğitim, araştırma hastanelerinin teknik alt yapısı büyük ölçüde var; ama bu yönde düzenlenmiş değil. Bunu, meslek hastalığı tanımaya dönük biçimde organize etmek, belki bazı eklemeler de yapmak gerek. Burada işte yine başa dönüyoruz; iş ve meslek hastalıkları uzmanlığı eğitimlerinin verilmeye başlanması, meslek polikliniklerinin kurulması, tüm hekim kitlesinin bu yönde eğitilmesine başlanmasıyla başlayabilecek bir şey.

Hükümet tarafından İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konusunda yeni adımlar atılıyor; yapılan ya da yapılacak düzenlemelerde işçi sağlığını önceleyen bir yaklaşım görüyor musunuz?

Bu tür beyanlar, tamamen göz boyamaya yönelik. Ve açılan paket de, bu manada bir yenilik içermiyor. Bence Türkiye çalışanına, işçisine yatırım yapma kararını alamıyor. Gerçek önlemler alınabilmesi için Türkiye’nin çalışan insanlara gerçekten yatırım yapma kararlılığında olması gerekiyor. Çalıştırdığınız insanın eğitim durumunu, görgüsünü arttırmayı, üretim becerilerini geliştirmeyi bir perspektif olarak benimserseniz; o zaman sağlığına da, güvenliğine de yatırım yapmış olursunuz. Ama eğer böyle bir perspektifiniz yoksa, çalıştırdığınız insanı basit bir üretim, maliyet faktörü olarak görürseniz; o zaman bu tür kazalar sonrasında oluşan kamuoyu basıncını geçiştirmeye yönelik paketler oluşturuyorsunuz. Ne yazık ki hükümetinki de daha çok böyle bir paket izlenimi veriyor.

İşverenler, ‘işçi sağlığı ve iş güvenliği’ni nasıl anlamalı ki pozisyonlarını değiştirebilsinler?

Sağlıklı, güvenli yaşama kültürü, tüm toplumu kapsayan bir olgu; bunun eksikliğiyle ilgili genel sorunları iş yerlerinde de yaşıyoruz. Çalışanının sağlığına ve güvenliğine yatırım yapan, bu konuda çalışan işverenler, firmalar, tabii ki, uzun vadede kazançlı çıkacaklar. Unutulmamalı ki, bu bir kültür ve işçi-işveren bu kültürün içindeyiz. Bu kültür ne kadar gelişirse, toplum da o ölçüde gelişecek. İş gücünü ucuzlatmak değil, iş gücünü kaliteli, yetkin, sosyal olarak donanımlı hale getirmek, uzun vadede çalışana da işverene de ülkeye de kazandıracak bir yaklaşım.

İşyeri hekiminden mesleki maruziyetleri ve meslek hastalıklarını gizlemesini istemek en hafifinden mali müşavirinizden vergi kaçırmanıza aracılık etmesini istemek gibi bir şey. Bir işveren vergi kaçırmayı bir politika olarak benimseyebilir mi? Bunu politika olarak benimseyecek bir iş dünyası nereye kadar gidebilir?! Türkiye bunun asla düşünülemeyeceği bir noktaya gelmek zorunda.

Zaman zaman her işyerinde işçi-işveren karşı karşıya gelebilirler; çıkar çatışmaları olabilir. İşverenler çalışan sağlığıyla ilgili konuları bu çatışmanın dışında tutmalı, çalışanların sağlığını en az kendi sağlıkları, yakınlarının sağlıkları kadar kutsal gören bir tutum benimsemeliler. Böyle olursa hekimler de iş yerlerinde gerçekten doğru rehberler, doğru danışmanlar haline geleceklerdir.