Şevki Vanlı'nın bu yazısı, Yapı Dergisi'nin 228. sayısında yer aldı.
Düş kurmak insanların en sevdikleri şey olmalı. Seçimlerde oylarını en iyi masal anlatana verirler. Masalın içeriklisine mitoloji/efsane diyorlar. Her konuda düşlemek olasıdır.
Oradan kimse gelmediğine göre en büyük hayalciler öbür dünyayı anlatanlar olmalı. Dörtyüze yakın peygamber olduğuna göre, istekliler çok. Dante gibi büyük düşünürler de ayrı... Mısırlılar o dev mabetleri, dağlar gibi piramitleri herhalde o dünya için yaptılar. Ya tanrılara armağan, ya onlarla yarış olmalı... Belki kendilerini beğendirmek için.
Romalılar yarı dünyayı yönettiler, Türkler “kızıl elma” için akınlar yaptılar. Napolyon, Hitler benzeri düşler için neler yapmadılar? İhtiyar Adenauer “Birleşik Avrupa”yı bir amaç olarak bütün Avrupa uluslarına sevdirdi ve yüzyıllardır dışlanan ütopya gerçek oldu veya olmakta.
Amerika’nın keşfi Kolomb’un ütopyasının beklenmedik sonucu oldu. Bütün düşleri yüzyıllar sonra gerçekleşen Leonardo da Vinci de tarihin en büyük örneği.
Ütopya’yı deli saçması değil bilgi, zekâ, yaratıcı düşgücü (muhayyele) ve belki ihtirasın birlikte oluşturduğu çok büyük bir yetenek olarak görüyoruz.
Tasarım/Ütopya İlişkisi: Genelde mimariyi akılcılığa, işlevciliğe oturtmak istesek de, sanat sezgiye yanaşıyor. Yapı tasarımının, çok şeyi içine alan bir imge peşinde dolaşmak, yani mimarca bir düşlemeyle başladığını yadsımak olası değil. Ütopyanın da yaşananın, bilinenin ötesinde bir imgeye ulaşmak gibi, benzer bir süreç olması, benzerlikten öte bir anlam taşımaktadır. Uygulamaya gelince, birisinin koşulu varolma iken, diğeri koşulların oluşmasını bekleyecek. Yani geleceğe ait bir öneri, gelecek, hayallerden üreyen fikirlerle oluşacaktır. Hayaller ise isteklerin coşkusuyla gelişecektir.
İkisi arasında düşleme yönünden bir aynılık, gerçekleşme, gerçek olma
yönünden zamanlamada farklılık var. Zaman ütopyada sonsuza kadar
uzanabiliyor.
Tasarım ehlileştirilmiş veya kontrol edilmiş bir ütopya olmalı.
Ütopya için ise zamanını bekleyen bir tasarım denilebilir.
Her konuda, her ölçüde, her derinlikte ütopya olabilir. Soyut, somut, dev
veya mikroskopik, kuramsal veya pratik nitelikte olabilir. Ama anlamsız ütopya
olamaz. Ütopya kelimesini “boş hayal” gibi suçlamak yanlış bir
yaklaşımdır.
Türkiye Cumhuriyeti Büyük Ütopyadır: Beş yüz yıl değişmeyen
kurallarla yaşayan, geri kalmışlığın farklılığını kimlik zanneden bir topluma,
çağdaş uygarlığı uygulamayı istemek savaşlar kazanmaktan zor olsa
gerektir. Bu devrimin belki en büyük olayı, Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı
İmparatorluğu’na Başkentlik etmiş, koskoca Constantiniye/İstanbul’u, her şeyiyle
bir kenara bırakıp, Anadolu’nun bozkırında, yeni bir başkent kurmak çok büyük
bir ütopyadır. Yorgun geleneklerin simgesi bir çevreden, çağdaş dünyaya geçişin
anlamı, yeni ve geleceğe dönük düşüncenin planladığı ve inşa ettiği, yeni
Cumhuriyet’in simgesi, başkent Ankara olacaktı. Her şeye yeniden başlamak! Ne
büyük ve ne güzel bir ütopya!
Cumhuriyet’in bu büyük hedefini hiçe sayarak, fırsat bulan İstanbul’a kaçıyor. Tekel, İş Bankası vb.. Merkez Bankası da pratikte çalışmaları orada sürdürmek için inşaatlar yaptırıyormuş. Sanki bu açıkgözlüğü Atatürk ve arkadaşları düşünemediler!
Cumhuriyetçiler’e göre, hazır gelişmiş bir şehir varken, ekonomik ve teknolojik sıkıntılar dağlar gibi karşılarında dururken, yeni bir başkent için savaş vermenin bir anlamı vardı. Ankara ile ilgili nostaljik nitelikte, çeşitli zamanlara ait fotoğrafları içeren yayınlar yapılırken bu olayın Türkler’in tarihinde ne anlama geldiği üzerinde durulmuyor. Devletin yönetimi için yeni bir mahalle, eğitim için okullar, fakülteler, ekonomi için bankalar, sosyal örgütlenmelere öncelik veriliyor. 1920’lerin, yeni kurulmuş ve eski imparatorluğun olumsuz bilançolu mirasını, göçleri, sorunları almış yeni bir devletin koşullarıyla!..
Bizden otuz yıl sonra Brezilya’da başkent, Sao Paolo’dan içerilere taşındı. Yeni başkentin şehir planı uçak şekliyle, yapılarının biçimleriyle geleceğin simgesi oldu. Cumhurbaşkanı Kubitschek bu girişimlerde mimar Oscar Niemeyer’e hep destek oldu, doğru ve yanlışlarıyla yeni bir şehir ortaya çıktı. Oysa Ankara yaşlı ve yorgun doğdu.
Osmanlı artığı yerli ve yabancılar İstanbul’dan Ankara’ya geldi. O kadar kolaymış gibi eski birikimden yeni mimariler çıkartacaklardı! Ütopyanın sahibi, bu anlamsız karşı ütopyaya engel oldu. Kültürel iletişimsizlik nedeniyle, çağın geleceğe dönük atılımlarının dışında kalmış mimarlar çağrıldı. Bakanlıklar ve Saraçoğlu mahallesindeki, çoğunlukla vasatın altındaki yapılarla, Cumhuriyet’in bu büyük ütopyasının canına okudular. Taut, Egli ve 1930’ların bir kısım Türk mimarları ütopya düzeyinde olmayan, saygıdeğer yapılar yaptılar. Atatürk’ün ölümüyle birlikte bocalama dönemine giren “Yeni Türkiye” imgesi terk edildi.
Ütopya, Ekonomi, Teknoloji, Kültür desteğinde uygulamaya geçen veya uygulama olanağı olan ortamlarda ütopyanın üremesi olasıdır. Ekonomik ortamın ütopyanın sonuçları açısından cesaretlendirici olacağı kuşkusuzdur. Aynı şekilde teknolojideki gelişmelerin itici, kışkırtıcı etkileri yaşanarak görülmüştür. Ekonomi ve teknolojinin doğal bir sonucu gibi görülen büyük projeler veya ütopik deney ve yapıların en önemli tabanı kültürel hazırlık ve düş kurma yeteneği olduğu genellikle göz ardı edilmektedir.
Akılcı düşünce (rasyonalist) dönemimde, 1940’larda, Eiffel Kulesi’ni ilk gördüğümde, Paris’i yukarıdan seyretmek için 300 metre yüksekliğinde bir kule yapmayı çok yadırgamış, anlamsız bulmuştum. Kule o dönemin refahının teknolojideki artan olanakların ürünü ise de Fransız halkının birkaç yüzyıllık sanatta, bilimde, felsefe ve dünyaya bakıştaki uygarlığa katkılarının simgesiydi. Çağdaş uygarlığı oluşturan düşünce ve düşlerin oluşturduğu geleceğe olan güveniydi. Fransızlar’ın kültürel düzeyinin göstergesiydi.
Son yıllarda Bilbao kentinde gerçekleştirilen Guggenheim Modern Sanatlar Müzesi de mimaride bir ütopya. Yapı tasarımındaki şimdiye kadar süregelen bütün birikimi sarsan bir imge. Aynı aile tam elli yıl önce New York’ta o zamanın taşlarını yerinden oynatan müzesini yaptırmıştı. Bunun için gerekli mimar seçimini bilen veya öğrenen kişilerdi. Yaptırdıkları işler kilometre taşları oldu. Paris’te Louvre Müzesi’ndeki cam piramit, mimarından fazla Mitterand’ı, Kültür Merkezi ise Pompidou’yu unutturmayacak. Vizyonu olan yöneticiler olarak tarihte yerlerini alacaklar. Kültürel düzeyin yansımaları yalnız toplumsal değil, bireyseldir de. Politik veya finans gücünün kimin elinde olduğu önemlidir.
Türkiye’nin elinden kaçan yalnız yeni bir başkent kurma büyük fırsatı değil. Bütün Anadolu yeniden kuruluyor, baştan inşa ediliyor. Geleceğin toplumunun temel taşları gençliğin eğitildiği biçimlendirildiği, yönlendirildiği onlarca üniversite kampusu genelde sıradan konular gibi ele alınmış, mimarları yerli veya yabancı olsa da, çağdaş uygarlığa bir katkımız olamamıştır.
Gelişen finans çevrelerinin büyük yatırımları da mimarlık ortamını
etkileyecek tasarımlar için kaçırılmış fırsatlar olmuştur. Zenginlerimiz
geleceğe katkıda bulunacak deneysel ilgiler yerine, geçmişin anılarıyla doyum
sağlamayı yeğliyorlar. Örneğin, eski eşya veya kolay ulaşılan tablo
koleksiyonları yapıyorlar. Oraya gelebildik.
Tarih bilgi vermeli, geçmişle
övünmek güven vermeli. Yaşam yarınların konusudur. Geleceğimizin koşulları,
bizim isteklerimizi geliştirmemize bağlıdır. Yarınların farklı olacağının
bilincinde ve sorumluluğunda, akıl ve mantığın ötesini arayan, düşünen ve
düşleyen yetenekler yetiştiren ortamlar daha güzel yaşayacaklar. mimarlar da
önde olacaklar.
Bugünün dünden farklı olduğunu hiç unutmamak gerek!
* Çimsa Çimento San. ve Tic. A.Ş.’nin 22 Eylül 2000’de Ankara’da düzenlediği “Beyaz ve Mimarlık’ta Ütopya” konulu panelde sunulan bildiriden..