Yapı Biter, Mimar Unutulur



Geçenlerde büyük bir binanın açılış törenine gittim. Görkemli bir törendi. Törene başbakan ve kimi bakanlar da katılmışlardı. Önce Başbakan ve bakanlar konuştular. Daha sonra da yatırımı gerçekleştiren kurumun başkanı bugüne değin yaptıkları çalışmaları özetledi ve yeni tesise ilişkin bilgiler verdi. Hangi düşüncelerle, nasıl yola çıktıklarını ve hedefe nasıl ulaştıklarını ayrıntılarıyla anlatttı.

Sıra teşekkürlere gelmişti. Tesisler gerçekleşirken kuşkusuz, pek çok kişi, kurum ve kuruluşun değerli katkıları olmuştu. Onların bu törende anılması bir vefa borcu olmalıydı. Birkaç nezaket teşekkürünün ardından sıra, katkısı olanlara geldi. Kaymakamlığa, Belediyeye, Malmüdürlüğüne, Milli Emlak Şefliğine, proje yöneticisi firmaya, yüklenicilere, alt yüklenicilere, mobilyaları yapan firmaya teşekkür edildi. Tasarımı yapan mimarlara ve projeleri gerçekleştiren mühendislere teşekkür edilmedi. Onlar unutuldular... “Duvar biter duvarcı unutulur” diyen Çin atasözü örneği, yapı bitmiş, mimarlar (doğal ki mühendisler de) unutulmuştu.

Tasarımda geniş bir uzmanlar kadrosu rol almıştı: mimarlar, içmimarlar, peyzaj mimarları, strüktür mühendisleri, mekanik tesisat mühendisleri, elektrik mühendisleri, akustik, aydınlatma, güvenlik, yangın, cephe, mutfak , teknik donanım danışmanları... Gerçekten de çok büyük bir uzmanlar topluluğunun işbirliği ve katkıları söz konusuydu. Bütün bu grupların örgütlenmesi Mimarlık grubunca yapılmıştı. Bilindiği gibi, özellikle, teknik yönü çok ağır basan büyük yapılarda çeşitli uzmanlık dallarının eşgüdümlü ve uyumlu çalışması daha da önem kazanıyor. Tasarım, bütün bu teknik uzmanlıkların oluşturduğu tam bir “orkestra” ürünüdür artık. Eskiler mimarı, orkestra şefi olarak tanımlamayı pek severlerdi. Bugün konular öylesine gelişip çokboyutlu hale geldi ki eski ekipler bugünkünün yanında kuartet ya da kentet boyutunda kaldılar. Mimarın, bugünkü konumuyla orkestra şefliğini eskiye oranla daha çok hak ettiğini söyleyebiliriz. İşte, başta mimarlar olmak üzere bütün bu topluluk teşekkür faslında unutuldu.
Acaba niçin?... Bu topluluk tasarım yapıyor, yani fikir ve bilgi üretiyor. Toplumumuzda henüz fikrin, bilginin yeri çok gerilerde. Arsayı tahsis eden, inşaatı, mobilyaları, elektrik, elektronik uygulamalarını, aygıtları yapanlar somut şeyler üretiyorlar. Onların yaptıkları yalnızca gözle görülmüyor, elle de tutulabiliyor. Oysa tasarımcının yaptığı öyle değil. Görülmesi bilgi-görgüye dayalı olduğu için kimi zaman bakılsa bile görülmüyor. Somuttan soyuta geçemediğimizin bir göstergesi de bu olmalı. Tuhaf bir durum, ama ülkemizde anlayış ne yazık ki böyle...

Batı ülkelerinde malsahipleri, işverenler binalarının mimarıyla övünürler. Hattâ oralarda binalar kimi zaman mimarların adıyla anılır. Nasıl ki bir kitap yazarıyla, bir tablo ressamıyla, bir müzik yapıtı bestecisiyle anılırsa bir yapının da mimarıyla anılması doğaldır. Hattâ uç örnek olarak, Paris’te mimarı Charles Garnier’nin adını taşıyan ünlü Garnier Operası gösterilebilir. Bizde ise malsahiplerine binalarının mimarını sorarsanız alacağınız yanıt çoğu kez şaşırtıcı olur. Yanıt, binayı “ben yaptım”dan, “ben tarif ettim, mimar çizdi”ye değin uzanabilir. Bir zamanlar yeni bitmiş bir yüksek otelin sahiplerinden birine yapının mimarını sormuştum; aldığım yanıt şaşırtıcıydı. Genç adam, “benim” diyordu, ama kendisi mimar değildi... Mühendis de değildi.

Yurtdışında malsahipleri çoğu kez farklı bir davranışı benimsiyorlar ve yukarıda da söylediğim gibi, mimarların adıyla, onu seçmekle ne denli isabetli davrandıklarının kanıtlanmış olmasıyla övünüyorlar. İyi bir mimarı ya da mimarlık grubunu seçmiş olmanın gururu onlara yetiyor.
Bir örnekle somutlaştıralım: İtalya’da Treviso’daki ünlü “Fabrica”... Benetton’un tasarım okulu... Okulun yeni bölümleri, arsada bulunan eski yapılara ek olarak ünlü Japon mimar Tadao Ando’ya yaptırılmış, sonunda da Tadao Ando’nun adeta “assolist” olarak katıldığı basın toplantıları ve törenle açılmıştı (1).

Benzer bir olay çok kısa bir süre önce yine İtalya’da yaşandı. Grappa üreticisi bir firma, Nardini firması Vicenza’da yeni laboratuvarları ve oditoryumunun tasarımı için Massimiliano Fuksas’ı görevlendirmişti. Tesisler başarıyla tamamlandı ve açılış geçtiğimiz 13 Aralık günü törenle yapıldı. Törenin sahibi neredeyse, Mimar Massimiliano Fuksas’tı. Fuksas’ın basın toplantısı törenin en dikkate değer etkinliğini oluşturuyordu. Bu yapıyı, özenle hazırlanmış olan basın dosyası sayesinde YAPI’nın 8 Ocak 2005 sayısında sizlere sunduk (2). Projenin sunuluşunda ünlü mimar Giò Ponti’nin “Love Architecture” adlı yapıtından bir alıntı vardı. Onu buraya bir kez daha aktarmak isterim: “İtalyan olduğunuz ya da İtalya’da bulunduğunuz için mimarlığı seversiniz. İtalya’nın yarısı Tanrı, öteki yarısı ise mimarlar tarafından yaratılmıştır. Tanrı ovaları ve tepeleri, suları ve gökleri yaratmıştır. Ama kubbelerin, kubbe dilimlerinin, cephelerin, kulelerin ve evlerin çizgilerini; gökyüzüne karşı yükselen tepelerin siluetini, manzaralarıyla ünlü göllere, nehirlere, koylara güzellik katan su kenarı evlerini çizenler mimarlardır. Venedik’te ise Tanrı hiçbir özel amacı olmaksızın yalnızca suları ve gökyüzünü yaratmıştır. Her şeyi yapan mimarlardır.”

İşte İtalya’nın mimarlığa bakışı... “Bu sözleri söyleyen Ponti de mimar” diyebilirsiniz ama, davranış biçimi örnekleri İtalya’nın genel tavrı konusunda yargımızı güçlendirmeye yetiyor.

Mimarlık bir kültür işidir. Batı ülkeleri bunun bilincindedir. Örneğin Fransa’nın bir Mimarlık Yasası vardır ve bu yasanın birinci maddesi “Mimarlık, kültürün bir ifadesidir” der, yani yasa bu tümceyle başlar (3).

Finlandiya Hükümetinin, Mimarlık Politika-sına ilişkin olarak hazırlayıp kabul ettiği metne de YAPI’nın 224. sayısında yer vermiştik (4). Finlilerin, mimarlarıyla ve ülke mimarlığıyla övündükleri, onları ülkelerinin üstün değerleri arasında saydıkları herkesçe bilinir. Kısaca söylemek istediğim şu: Batı’da, yapı bitince mimar unutulmaz.

Türkiye’nin, mimarı ya da mimarlığı takdir konusunda görgü ya da gelenek eksikliği olduğunu söylemek aslında, tarihsel gerçeklerle bağdaşmaz. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Süleymaniye Camisi’nin açılışını caminin mimarı Sinan’a yaptırdığı biliniyor (5).

Mimar Sinan’a gösterilen saygı sonraki kuşaklardan esirgenmiş midir bilmiyorum, ancak, bilinen bir örnek daha var: Boğaz’daki Kuruçeşme adasının (Galatasaray Adası), Dolmabahçe Sarayı’nın yapımından sonra padişah tarafından sarayın mimarı Garabet Balyan’a armağan olarak verildiği söylenir. Bu türden duyarlılığa ilişkin bir örneği de kendi yaşantımdan verebilirim. Kırk küsür yıl önce gencecik bir mimar olarak yaptığım ilk işim, Üsküdar’daki Büyük Hamam’ın restorasyonu bittiğinde malsahibince, ücretlerimin dışında ciddi bir ikramiye ile ödüllendirilmem hoş bir anıdır.

Toplumumuzun günümüzde mimarlık karşısındaki genel duyarsızlığı mimarlığın önündeki en büyük engellerden biridir. Bugün durum, ağırlıklı olarak yukarıda örneklerini verdiğim türden, mimarlığı dışlayan yansımalarla dolu. Yine de nankörlük etmemiş olmak adına, rastladığımız tek tük de olsa iyi davranış örneklerini analım. Bunlardan biri, İzmir Büyük Efes Oteli yenileme projelerinin basına sunuluşu sırasında yapılan resmi konuşmalarda Has Mimarlık’ın hizmetlerinin teşekkürle anılmasıydı. Başka bir olumlu davranış, İstanbul Modern’in açılış töreninde oldu ve sponsorlara plaketler verilmesi sırasında, Müze’yi tasarlayan Tabanlıoğlu Mimarlık’a da bir plaket verildi. Bu plaket kendilerine müzenin tasarımını karşılıksız yaparak dolaylı maddi destek sağlamaları nedeniyle de verilmiş olabilir. Ama ben Modern Sanat Müzesi kurucularına mimar emeğini ödüllendirme davranışını daha çok yakıştırdığım için plaketin mimarlığa verilmiş olduğunu varsayarak iyimserliğimi korumak istiyorum. Yine son günlerde kimi toplu konut projelerinin pazarlama aşamasındaki tanıtımında mimarların adına yer verildiğini gazete ilanlarında görüyoruz. Bu da iyi... Belki, “tasarım sattırır” düşüncesinin yaygınlık kazanmasına ve tasarımın güç kazanarak sınırlarını genişletmesine yol açar.

Geçenlerde bir dost, mimarların toplum içindeki eski saygınlıklarının giderek azaldığından yakınıyor, hattâ bu saptamanın yurt dışında da büyük oranda geçerli olduğunu ileri sürüyordu. Bence tartışılması gereken önemli bir konu bu. Mimarlar bugünkü konumlarını hak ettiler mi, yoksa toplum mu kültürel düzeyi ve değişen değerler sistemi doğrultusunda mimarlığı algılamaktan, ona gereken değeri vermekten uzak hale geldi?

1. “Fabrica”ya ve törene ilişkin izlenimler
YAPI’nın 227. sayısında yer almıştır.
2. Bkz. Bolle/Vicenza-İtalya YAPI 278, Ocak 2005.
3. 3 Ocak 1977 gün, 77-2 sayılı Mimarlık Yasası
(la Loi sur l’Architecture)
4. D. Hasol, Aydın Bir Ülkenin Mimarlık Politikası, YAPI 224, Temmuz 2001.
5. Ahmet Refik, Türk Mimarları,
Hilmi Kitaphanesi, 1936, S. 12.

Yapı 280