Santiago Calatrava, Metropolitan Sanat Müzesi’nde (Metropolitan Museum of Art-Met) bir retrospektif sergisi ile gündeme geliyor. Genç sayılabilecek bir yaşta Amerikan Mimarlık Enstitüsü tarafından biyomorfik yapıları ve köprüleri için altın madalya ile ödüllendirildi. Met tarafındansa, hem mimar, hem mühendis, hem de heykeltraş olarak çeşitli yönleriyle modern bir Michelangelo olarak sunuluyor.
Doğal olarak Calatrava’nın gittikçe artan bu ünü hak edip etmediği sorulmaya başlandı. Calatrava’nın gerçek mi, yoksa sadece yakın dönemin mimarları starlaştırma eğiliminin bir ürünü bir imaj mı olduğu sorunu, Met’in sergisi ile daha da kapsamlı bir hale geldi.
Günümüz mimarlarının, önceki dönemin aksine saygı görmek ve kabullenilmek için uzun yıllar boyunca uğraşıp didinmelerine pek gerek yok. Bu durum katılaşmış bir mimarlık ortamının önüne geçmesi anlamında olumlu olmakla birlikte, genç tasarımcıların rock yıldızları gibi birkaç proje sonrasında birden ünlenmeleri ise fazla kaygan bir zemin yaratmaktadır.
Met’in gösterisi, günümüz mimarlık çizgileri arasındaki temel bir karşıtlığı da gözler önüne seriyor. Bir yandan Herzog and de Meuron, Jean Nouvel gibi neo-modernist mimarların zarif ve incelikle işlenmiş kutuları, diğer yanda Gehry, Calatrava gibi mimarların gibi dışavurumcu, heykelsi ve coşkulu blob’çular. Blob tarzı yapıların, toplum tarafından daha çok tutulduğu hissediliyor, bunun temel nedenlerinden biri de kolayca içine girilebilir bir dil kullanmaları ama yine de şaşırtıcı olmaları.
Calatrava’nın insan bedeninden ve doğadan yola çıkarak oluşturduğu dış formlar ise kolay iletişim kurulabilir olanları. Rönesans’dan, Le Corbusier’den ve ‘60’ların biyomorfizminden günümüze gelen bir geleneği takip ediyor.
Calatrava sergisi başlığından da anlaşıldığı üzere, sadece Calatrava’nın mimarlığı üzerine değil. Heykel çalışmalarının yanı sıra, yapılarının heykelle kurduğu bağlantıyı gözler önüne sermeyi amaçlayan fotoğraflar da bulunuyor.
Eğer bu çalışmalara olağanüstü sanatsal yapıtlarmış gibi muamele edilmeseydi, sergi daha az fırsatçı ve daha anlamlı olurdu. Calatrava’nın heykellerinin özgünlüğü ciddi bir şekilde sorgulanabilirmiş gibi görünüyor. Turning Torso heykeli, İsveçteki meşhur apartmanının maketinin yanına yerleşmişken, bir an için gökdelenlere ilginç bir yaklaşımla karşı karşıya olduğu izlenimine kapılıyor insan. Taa ki Malmö’deki 54 katlı yapının ne kadar uyumsuz bir şekilde durduğunu görene kadar. Bolb benzeri yapıların temel sorunu, her yapının “ben yalnız çalışırım diyen” bir kovboy gibi ikonlar olarak tasarlanmış olmalarıdır. Komşu yapıları ve içinde bulundukları kentle bir türlü bir arada duramıyorlar.
Serginin bir başka parçasını oluşturan çizimler de Calatrava’nın tarzı açısından oldukça açıklayıcı görünüyor. Genelde bilindik ve doğadan alınma bir figürden hareket ederek, onu mimari bir forma dönüştürüyor. Doğal formların mimari için vazgeçilmez olduğunu düşünen Calatrava bu yolla toplumsal düzlemde kolayca anlaşılan bir dile de kullanmış oluyor. Ne modernimin soyutlamalarını ne de postmodernizmin garip esprilerinden besleniyor. Ancak bu dönüştürülmüş desenlerin bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlayan simgeler haline gelme tehlikesi de yok değil.
Met’teki sergi Calatrava’nın, mimarlığı mühendislikle bütünleştirerek kentsel heykeller oluşturmadaki ince zekasını göstermekle birlikte, tasarımlarının büyüleyiciliğin altındaki ciddi boşlukları da ortaya çıkartıyor.
Yakın dönem mimarlığının aynı anda hem takdir belgesinin, hem de çaktığı derslerin görülmesi ise oldukça önemli duruyor.